Daha önce defalarca yazdığım üzere bendeniz 1950 doğumlu olup, 24 Ekim 1967 günü, 17 buçuk yaşında Belçika’ya gelen bir Türk delikanlısıyım.
Yani 1968 Mayıs ayında yaşanan ve dünyayı sarsan gençlik hareketinden altı ay önce.
Taşları yerinden oynatan o tarihsel ayaklanmadan altı ay önce yani…
Herşeye baş kaldıran, kafa tutan, meydan okuyan, yasaklamayı yasaklayan, ütopyalara gerçek olma şansı tanıyan gençlik hareketi…
Ne istediğini tam olarak bilmese de, neyi istemediğini çok iyi bilen ve haykıran gençliğin beklenmedik, ani hareketi !
Zengin çocuklarının ekmek için değil, özgürlük için ayaklanması ve akabinde kültür ve ahlak alanlarında taşların yerinden oynaması…
Özgürlüklere paralel olarak tüketim taleplerinin artması…
Ve dolayısı ile sosyalistlere hoş gelen bir özgürlük anlayışının perdelediği kapitalist sistemin sinsi bir zaferi…
***
Ben o zamanlar kesinlikle siyasal bilinçten yoksun, hiç siyasetle ilgilenmemiş, dolayısıyla ideolojik saplantısı olmayan ve parti tutmayan biriydim.
Dolayısıyla fanatizm nedir bilmezdim.
Fanatizmden oldum olası nefret ederim.
Sadece bilmeden, kuru kuruya anti-komünist olduğumu söylerdim.
Öylesine işte, laf olsun torba dolsun misali…
***
Bir 19 Mayıs 1966 günü gemi ile Akdeniz üzerinden turist, yani kaçak işçi adayı olarak yola çıkan rahmetli babam Avrupa’ya ekmek parası kazanmaya gelmişti.
Misafirin kuyruğu apış arasında olmalıydı.
Batı Avrupa bir sosyal haklar cennetiydi.
İşverenler cılız, sendikalar güçlüydü : Tam istihdam dönemi yaşanıyordu.
Bir tarafı nükleer güce sahip komünist SSCB’den oluşan iki kutuplu dünyada yaşıyorduk.
Öteki tarafta ise bizi komünist yayılmadan koruyacağı söylenen ABD yönetimindeki NATO askeri gücü bulunuyordu.
Kapitalist sistem tüm tüketim arzularımızı yerine getirerek, özgürlükçü bir ortamda bizlerin komünist olmasını engelleyecekti.
Onlara göre özgürlük demek tüketim demekti.
Tüketimin devamı için ise sürekli savaşmak gerekliydi.
Globalleşen dünyada tek kutsal değer paraydı.
….izm ile biten diğer bütün kavramlar ve inanç sistemleri paraya ulaşmak için birer araçtı !
***
Babalarımız tehlikeli işlerde çalışarak çok para kazanacak, burada olabildiğince kötü yaşayarak az harcayacak, çok para biriktirecek ve memleketimize bir gün çok para ile kesin dönüş yaptıklarında adam yerine konulacaklar ve eski günlerini bir daha yaşamayacaklardı.
Yani göçmendik kısacası…
Ya da Türkiye’nin ihraç ettiği, Batı ekonomik sisteminin ithal ettiği niteliksiz işgücü.
Batıya bedenen iş yapacak elleri, kolları, ayakları olan, gövdeler, yani niteliksiz işgücü tabir edilen ameleler lazımdı.
Bunların yapacakları işlerde konuşmalarına gerek olmadığından dil bilmeleri gerekmiyordu.
Babalarımız buraya çalışmaya gelmişti, dil bilmeye, konuşmaya, gevezelik etmeye değil.
Kendi aralarında kalarak, kendi kahvelerinde kendi dillerini konuşsunlar, yerli halka bulaşmasınlar diye düşünülmüştü sanki…
***
Belçika’nın 68 Mayıs’ı Paris ilkbaharından üç ay önce, Şubat ayında başladı.
07 Şubat 1968 günü Belçika tarihinde çok önemli bir gün.
O gün çeşitli gösteri ve yürüyüşlerde Flamanlar “Walen buiten/Valonlar dışarı” diye haykırdılar.
Ve bir taşla iki kuş vurdular.
Önce Vanden Boeynants-De Clercq hükümetini düşürdüler, sonra da şimdiki adı Leuven olan Louvain Katolik Üniversitesini yirmi beş kilometre uzağa attılar.
Louvain-la-Neuve adında yepyeni bir kent inşa edildi.
O nedenle 3 yıl Leuven’de, 3 yıl da Louvain-la-Neuve’de okudum.
Valonları ve Brükselli Frankofonları kovdular !
Leuven’de Balık Pazarında (Vismarkt) bulunan De Blauwe Schuit (Mavi Gemi) isimli bir kahvede elinde bisiklet zinciri bulunan bir Flaman faşistin saldırısına uğradım.
Fransızca istediğim meşrubatı Flamanca istemezsem vuracağını hissettirdi.
Korkudan “ik wil een Kola alstublieft” demek zorunda kaldım.
Zorbalığın ne olduğunu ilk kez orada hissettim…
***
Dil sınırının tesisinden altı yıl sonra bu Flamanların ilk zaferiydi.
O günden bu güne Flaman toplumu hiç taviz vermedi, her dediğini yaptırdı.
Flamanya’daki bütün partiler az buçuk Flamancı kesildiler.
Topyekûn kültür milliyetçisi oluverdiler.
Dillerini ve topraklarını kutsallaştırdılar.
Flamanların geçmişte yaşadığı olumsuzlukları bahane ederek günümüzde kendilerinden olmayanlara, daha doğrusu kendi dillerini konuşmayanlara kök söktürüyorlar.
Başbakanın partisi hükümetin Frankofon kanadıyla kavgalı.
“Uzlaşma kültürü” ameliyat öncesi narkoz odasında yatıyor.
***
1968 den 40 yıl sonra, Flamanya isteklerini peşpeşe sıralamaya devam ediyor.
Bıkmadan yorulmadan.
Bir Cermen kararlılığıyla.
Topraklarındaki bütün Frankofon izlerini silmek istiyor sanki.
BHV, periferideki belediye başkanları ve milli eğitim müfettişlerine tahammülleri yok.
Dil sorununu boğaya sallanan kırmızı bez parçası gibi kullanıyorlar.
Varsa yoksa dil sorunu…
Öncelikli sosyo-ekonomik sorunları örtbas etmek için kullanılıyor.
Kırk yılda ne değişti sorusunun yanıtı oldukça vahim.
Kırk yıl önce “Valonlar dışarı” diyorlardı, şimdiyse “Fransızca yasaktır” diyorlar.
Ve herkesi Flamanca konuşmaya mecbur ediyorlar.
Ne de olsa uyum (intégration/integratie) meselesi canım.
***
Sonuç olarak geçici işçi olarak geldiğimiz ülkelerde kalıcılaştık.
Türkiye’den kopamadık.
Batılılaşmayı sadece para sahibi olma ve giyim-kuşam, saç-sakal modası sandık…
Dil ve kültürlerini anlamaya ve öğrenmeye çalışmadık.
Eğitimi önemsemedik.
Küçük başarılarla teselliye, ehveni şerlere alıştırıldık.
Şimdi ise uyumsuzlukla ve dil bilmemekle suçlanıyoruz.
Uyumumuzu engelleyenler tarafından ve de haksız yere…
***
Bütün umudumuz arkadan gümbür gümbür gelen gençlikte !
Haydi gençler, dinlemeyin benim gibi yaşlıları…
Asla unutmayın Türk kökenli olduğunuzu, unutmayın Türçkemizi, sevin Türkiye’mizi…
Ama her Belçikalı kadar Belçikalı, her Flaman kadar Flaman, her Valon kadar Valon ve her Brükselli kadar Brükselli olun…
Özellikle Brüksel’de yaşayanlar anadillerini, Fransızca ve Flamancayı yeterli düzeyde konuşmak zorunda…
Ekmek aslanın ağzında değil, midesinde…
Ve ayrımcılığı yenmek başarıdan geçiyor !
Yakup abinizin bu sözünü yazın bir tarafa ve hiç aklınızdan çıkarmayın…