Genel Haberler
Bilgisizlik insanların en büyük düşmanıdır.
- 399 Okunma
İoanna Kuçuradi: Bilgisizlik insanların en büyük düşmanıdır.
İoanna Kuçuradi: Saygı konusu insandır, fikirler değil.
Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın teması “Felsefe ve İnsan”, bu yılın onur yazarı ise Prof. Dr. İoanna Kuçuradi. “Tam da şimdi felsefeye ihtiyacımız var” desek de, kabul etmek gerekir ki, insan ile felsefe arasındaki doğal bağa karşın, insanlarımızın çoğu için felsefe nasıl yararlanılacağı bilinmeyen bir bilim. Bu nedenle “Bugün Felsefe” ana başlığıyla bir yazı dizisi hazırlamak istedik: Hem felsefe ile bugünün meselelerini kavramak arasındaki ilişkiyi görmek, hem de bugün “felsefeyi konuşmanın” önemini anlamak için…
Maltepe Üniversitesi’nin İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü, Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Kuçuradi, felsefe alanındaki birçok eseri Türkçeye kazandırmakla birlikte, “İnsan Hakları Kavramları ve Sorunları”, “Barışın Felsefesi” gibi kitapların yazarı.
“Bilgisizlik –özellikle değer konuları hakkında bilgisizlik– insanların en büyük düşmanıdır” diyen Kuçuradi, felsefi bilgiye dayanarak günümüzün sorunlarına bakmanın, bu sorunları çözümlemenin ve içinde bulunduğumuz koşullarda yine felsefi değer bilgisine dayanarak çözüm önermenin mümkün olduğunu söylüyor.
Bunun yanında ona göre, “Filozoflar dünyayı değiştirmeye katkıda bulunabilirler. Ne var ki dünyayı değiştirmek –ama daha insanca bir dünya olacak şekilde değiştirmek– aslında siyaset ve eğitim işidir.”
Felsefeci olmayanlara ulaşmak
Kitap fuarında, özellikle bu yıl, bu gün felsefeyi konuşmanın, düşünmenin, sizin açınızdan nasıl bir anlamı var?
TÜYAP’ın bu yıl konusunun “Felsefe ve İnsan” olmasına karar verenleri kutlamak ve bu kararları için teşekkür etmek istiyorum. Böylece, belki de felsefeyle pek ilgisi olmamış okur-yazar insanların da felsefeye dikkatlerini çekerek, bizim Türkiye Felsefe Kurumu olarak yapmaya çalıştıklarımıza önemli bir destek vermiş oluyorlar.
Felsefeyi konuşmak, ama daha çok felsefî bilgiye dayanarak olan bitenlere bakmak her zaman önemlidir. İpe sapa gelmeyen bazı düşüncelerle yapılan beyin yıkamaların kan dökmeye kadar varabildikleri bir dönemde, felsefî bilginin sağladığı bakma olanaklarına TÜYAP’ın çerçevesi içinde örnekler vermek, kişilere böyle bilgilerle bakmanın önemi konusunda uyarıcı olabilir ve işe yarayabilir.
Türkiye Felsefe Kurumu üyelerine bu hafta bir yazı göndererek, isteyen meslektaşlarımızın düzenleyeceğimiz söyleşilere, yuvarlak masalara katılmalarını ve “felsefeyi konuşmak”tan çok, felsefeci olmayanlara ulaşabilecek bir dille yapılacak ve felsefî bilgiyle bakmaya örnek olabilecek tartışmalar yapmalarını önereceğim.
Bazı şeylerin görülmesini oldukça kolay sağladığı için benim çok sık tekrar ettiğim örnekler vardır. Bunları dinleyenlerin, “doğru, böyle hiç düşünmemiştim” dedikleri çok oluyor. Bu örneklerden biri, bize öğretilen “bütün fikirlere saygı” veya “bütün kültürlere saygı” göstermek gerektiğidir. Bunlar iyi niyetli tavsiyeler olmakla birlikte, emplikasyonları düşünülmeden yapılmış tavsiyelerdir. Saygı konusu insanlardır, fikirler değil. Fikirler değerlendirme konusudur. Yerli-yersiz karşı olduğunuz bir fikre “saygı duymak” ne demek olabilir acaba?
Felsefe, pek çokları için sadece okullarda birkaç dönem görülen bir ders. Sonrasında bu alanla bağın koptuğu düşünülür. Güncel ile felsefe arasındaki bağı nasıl açıklarsınız?
Orta öğretimde Felsefe okutan, sayısı çok yüksek olmayan ülkelerden biriyiz. Felsefe dersi dönem dönem zorunlu oluyor; bazı dönemler bazı programlar için zorunlu, bazı programlar için seçmeli olsa da, hep var. Şu anda Felsefe dersi bütün programlar için zorunlu bir derstir. Sayın Hikmet Uluğbay Millî Eğitim Bakanı olduğu yıllarda felsefe hepsi için zorunlu bir ders oldu. Müteşekkiriz ona. Ancak bu derste ne, nasıl okutuluyor?
Felsefe dersinde öğretmen çok önemlidir. Felsefe eğitiminin ne işe yaradığını bilen bir öğretmeniniz olduysa, felsefeyle bağınız genellikle kopmaz. Bu dersten aldıklarınız yaşamınıza bir şey katıyorsa, kopmaz. Katması için de, kişinin öğrendikleri ile kendi yaşadıkları arasında bağlantı kurması gerekir. Güncel olan bitenlerle bağlantı kurmak çok önemli, ama siyaset yapmadan. Bu da çok kolay olmuyor. Felsefe öğretmenlerinin buna uygun eğitilmesi gerek.
Değerler bilgisi ve değerlendirme
Siz dünya ve Türkiye’deki en yakıcı konular üzerine çalışmalar yaptınız. İnsan hakları, etik, değerler, ahlâk felsefesi… Yine önceki sorularla bağlantılı olarak, felsefe bugünün sorunları için “pratik çözümler” üretebilir mi?
Etikle, değerlerle, insan haklarıyla ilgili çalışmalar yaptım, ama “Ahlâk Felsefesi”yle ilgili çalışma yapmadım! “Ahlak Felsefesi/Moral Philosophy” Anglo-Amerikan Felsefesinde Etiğe verilen addır. Terimler konusunda önemli bir kargaşa var. Hep söylediğim bir şey vardır: kelimeler kendi başlarına önemli değildir. Önemli olan, farklı şeylere aynı adı vermemek, aynı şeylere da farklı adlar vermemek. Bugün ise, baş örneklerinden biri Etik-Ahlâk olmak üzere, bu, çok yapılıyor, aynı şeye farklı adlar, farklı şeylere de aynı adlar veriliyor.
Felsefî bilgiye dayanarak günümüzün sorunlarına bakmak, bu sorunları çözümlemek –nasıl ortaya çıktığını göstermek– ve içinde bulunduğumuz koşullarda yine felsefî değer bilgisine dayanarak çözüm önermek mümkün. Demek istediğim şu: sadece “pratik çözüm” önermek yetmez, değer koruyacak ya da en az harcanmasına yol açacak çözümler üretmek önemli. Çözümleri, yol açacakları belli olan sonuçları da hesaba katarak üretmek uygun olur. Ne var ki, bu önerilen çözümleri bizlerin değil, ülkenin yönetiminden sorumlu olanların uygulaması söz konusu.
Parantez açarak ilerlersek, insan hakları felsefesine kendinize özgü bir yorum getirdiniz. İnsanlaşma eğitiminden söz ediyorsunuz. İnsan olmanın ön koşulu nedir? En ilkel kabul olan “öldürmeyeceksin” mi?
İnsan haklarıyla ilgili teorik yaptıklarımdan biri, insan haklarının dikkat edilmeyen bazı özelliklerine dikkat çekmektir: insan haklarının yalnızca muamele görme ilkeleri olmadığını, aynı zamanda muamele etme ilkeleri de olduğuna. Bu, insan haklarının hep unutulan/göz ardı edilen yönüdür. İnsan haklarının bu özelliğini de gördüğümüzde, insan haklarının ne olduğu –bilgisi–, insan haklarıyla ilgili kavramsal bilgi –felsefî etik bilgisi– çok önemli oluyor.
Eğer insan hakları –çok kısa bir ifadeyle– kişilerin değerini bildiğimiz insansal olanaklarının gerçekleşebilme koşullarının sürekli yaratılmasını talep ediyorsa, bütün insanların böyle bir muamele görmesini talep ediyorsa; insan haklarının korunmasını istemeyecek, yani bu insansal olanaklarının gerçekleşmesini/gelişmesini istemeyecek insan olabilir mi?
Bilgisizlik –özellikle değer konuları hakkında bilgisizlik– insanların en büyük düşmanıdır. Bilgi derken de, enformasyonu kastetmiyorum. Ne türden olursa olsun olanı tespit eden önermeleri kastediyorum.
İnsanlaşmanın en önemli yollarından, dolayısıyla göstergelerinden biri, insana özgü etkinlikleri, insansal etkinlik olarak iç amaçlarına ulaştıracak biçimde gerçekleştirebilmektir. Örneğin eylemde bulunurken ve başka birisine bir şey yaparken, değer bilgisini göz ardı etmemek, bu bilgiyi belirleyici kılmaktır. Bu da, 10 ya da 11 Emirden, çok daha temelde olan bilgilerle eylemde bulunabilecek duruma gelmek demektir. Örneğin, insanlaşmanın önkoşullarından biri –enformasyon eksikliğinden dolayı her zaman yapamıyorsak da– doğru değerlendirme yapabilmektir. Doğru değerlendirme yapmadan doğru ya da değerli bir eylemde bulunamazsınız; ne var ki insanca yaşayabilmek için doğru değerlendirmeler yapabilmek şartsa da, yetmez. İşte bunların hepsi felsefe bilgisidir.
İnsan hakları eğitiminin önemi
Reddetmek önemli bir eylem/erdem. Reddiyenin, “hayır ben yapmacağım”ın veya “hayır kabul etmiyorum”un söylenebilmesi için sahip olunması gereken “insanlık bilgisi” eğitimle elde edilebilir mi? Toplumun böyle değiştirilmesi mümkün mü?
Yaşarken, kendimizle ve başka insanlarla ilişkilerimizde “yapılması gereken”, değer harcamamaktır, olabildiğince değer korumaktır. Değer harcayan bir muameleye uğramamak, kişinin elinde değildir, ama bir eylemi yapmak ya da yapmamak elindedir. Örneğin haksızlığa uğramamak kişinin elinde değildir, ama haksızlık yapmamak elinde. “Ben kimseye işkence yapmam” demek ve belirli bir durumda yapmamak kişinin elinde. Ama bazan bir şeyi “yapmamak” zor olabilir. Bu “ben yapmam”ı söyleyip yaşarken gerçekleştirmek için, kişinin her şeyden önce insan olduğunun farkında olması gerek.
İnsanların da toplulukların da değişmesi mümkün. Ama bu değişme her zaman insanlaşma yönünde olmuyor. Son yaşadıklarımız, bunun bir örneği. Hannah Arendt’in totaliter rejimlerle ilgili olarak dile getirdiği çok önemli olan ve totaliter rejimler ötesinde doğru olan bir saptaması var: “Totaliter sistemler, eylemin herhangi bir hipoteze dayandırılabileceğini ve tutarlı bir şekilde yönlendirilen eylem süresince o belirli hipotezin doğru çıkacağını, olgusal gereklilik olacağını kanıtlamak eğilimindedirler. Tutarlı eylemin temelinde bulunan kabul, istediği kadar delice/saçma olsun, sonunda hep olgular meydana getirecektir, ki bu olgular o zaman “objektif olarak” doğrudurlar…” Tutarlı eylemin temelinde bulunan kabul delice/saçma değil de, değer bilgisi olamaz mı?
Sizce insanlar Türkiye’de özellikle neye “hayır ben yapmam” demeli?
Özellikle “ben yapmam” denecek şeyler bile o kadar çoktur ki, hangisini sayayım. Kadın cinayetlerinde, maçlarda veya düğünlerde kullanılan silahları düşünürsek “ben silah kullanmam”, atılan iftiraları düşünürsek “ben iftira atmam”, ya da her türlü insan hakları ihlallerini düşünürsek “ben insan hakları ihlali yapmam” vb dememiz iyi olur. Ama insan hakları ihlalleri yapmamak için, kişinin insan haklarının ne olduğunu bilmesi ve eylemlerini bu bilgiyle bağlantı içine sokması gerekir. Bunun için insan haklarının etik eğitimi çok önemlidir.
Bir tesadüf değil, bir zorunluluktan olsa gerek: Bu yıl İstanbul Tasarım Bienali de “Biz İnsan mıyız?” temasını işleyecek.. Dünyada böyle bir “insani buhran”ın olduğunu söyleyebilir miyiz?
“İnsanî buhran” dediğinizden eğer canavarca öldürmeleri ya da gözünün içine baka baka yalan söylemeyi gibi şeyler anlıyorsanız, okuduklarımdan hareketle, “bunlar her zaman vardı, ama dünya nüfusunun artışıyla sayısı arttı, iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle de bu artan canavarlıkları daha çok öğreniyoruz” diyebilirim. Ancak uygun eğitimle bunları azaltabiliriz.
Günlük dile işleyen ayrımcılık
Dünya, mülteci akınıyla birlikte “öteki’yi ret” ile “kendi vicdanı” arasında muhasebe yapmak durumunda kaldı. Örneğin bu konuyla ilgili dünyada felsefe alanında nasıl tartışmalar yürütülüyor? Varılan sonuçlar neler?
Bu mülteci dalgası, dünyamızın bugünkü durumunu birkaç yönden yansıtan tipik bir harekettir. İnsanlar, sıkışmış durumda olan başka insanlara o işe yaramayan yelekleri nasıl satıyor? Büyük bir dalganın kolayca devirdiği o oyuncak gibi botları nasıl satabiliyor? Anlayamıyorum, ama bir olgu olarak karşımızda duruyor. Buna karşılık mültecilere evini açan insanlar da var.
Siyasal pazarlıkları bir yana bırakıyorum. Ama bu insanların ülkelerini terk etmemeleri için yapılması gerekenleri pek tartışan yok. Felsefe çevrelerinde bu konuyla ilgili yaygın bir tartışma yok galiba. Ya da varsa, ben bilmiyorum.
Türkiye’de de sürekli kutuplaşmadan söz ediliyor. (Eğer bu karşılaştırmayı makul buluyorsanız) Orada da bir “öteki” ile “vicdan” muhakemesi var. Siz bu kutuplaşma halini, sonuçlarını nasıl yorumluyorsunuz?
Ben kendimi hatırlayalı, Türkiye’de çeşitli kutuplaşmalar ve en başta ideolojik kutuplaşmalar var. Diğer bütün kutuplaşmaları ideolojik kutuplaşmalara indirgemek mümkün. Ve bu kutuplaşmalar, çoğu zaman kişilerin farkında olmadan kullandıkları dille başlıyor. Günlük dile işlemiş olan ayırımcı ifadeleri, insanlar çok defa farkında olmadan kullanıyor, çünkü eğitimde hiç kimse dikkatlerini çekmemiştir. Bazan size iyi bir şey söylemeye çalışırken de insanlar, farkında olmadan ayırımcılık yapıyor. Benim yaşadığım çok örnek var ve insan hakları dersinde kullanıyorum: Uzun süre hastanede kalan annem için hastaneye her gün giderken, yan odada babaları yatan bir aileyle tanıştım. İyilikli insanlardı hepsi. Annem de, o ailenin babası da öldükten sonra, bir gün bana başsağlığı ziyaretine geldiler. Bana iyi şeyler söylemeye çalışırken, şöyle bir cümle kullandı onlardan biri: “Bizim İstanbul’da iken çok iyi bir komşumuz vardı, çok iyi anlaşıyorduk. Ermeni idi, ama çok iyiydi”. Ayırımcılık yapmak istemiyordu, ama(!) ayırımcılık yaygın dile işlemişti. Bu çok yalın, “zararsız” bir örnek. Ama insanlara, başka insanları öldürmeye kadar götürebilen kutuplaşmalar çok. Başka birisini “düşman” olarak görmek, öğretilen bir şeydir ve psikolojik bir olgudur. ‘Düşman’ zarar verir, diye düşünülüyor, bundan dolayı da düşmandan korkuluyor ve düşman sayılana zarar vermek isteniyor. Korku insanları en yapılmayacak şeyleri yapmaya götüren bir duygu. Ne var ki insanlar, çıkarlarına zarar verenleri de düşman görürler. Bunu söylerken de, çıkar kavramını haktan ve yarardan ayırarak söylüyorum.
Sormak zorundayım: Kutuplaşmayla birlikte ya da onu derinleştiren bir etken olarak, nefret söyleminin tonunun yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Tedirginlik duyuyor musunuz?
Nefret söylemi kutuplaşmayı pekiştiriyor, kutuplaşma da nefret söylemini tetikliyor. Özellikle medyada nefret söylemi engellenmeli. Ciddî sayılabilecek TV kanalları bir nefret söylemi ombudsmanı görevlendirmeli. Nefret dilini kullanmak hukuksal “suç” haline getirilmeli. Hâkimlerimiz de bir nefret ifadesi ile “kanaat ve ifade özgürlüğü” arasındaki sınırı belirli bir durumda belirleyebilecek şekilde eğitilmiş olmalı. Kimin için kullanılırsa kullanılsın, bana çok “batıyor” nefret söylemi.
Dünyayı değiştirmek eğitimin işi
Başka bir yan: Marx’ın ünlü sözüdür, “bugüne dek felsefeciler dünyayı yorumlamakla uğraştılar, asıl sorun değiştirmektir” der. Bu bakımdan Türkiye’de felsefe alanında yapılan akademik çalışmaları yeterli buluyor musunuz? Akademik çevre elini taşın altına koyuyor mu?
Filozoflar dünyayı değiştirmeye katkıda bulunabilirler. Ne var ki dünyayı değiştirmek –ama daha insanca bir dünya olacak şekilde değiştirmek– aslında siyaset ve eğitim işidir.
Akademik felsefe çalışmaları konan amaçların değerini tartabilir, yön-yol gösterebilir, değişiklik için –ama olumlu bir değişiklik için– temel oluşturabilir. Bir durumun adını doğru takmak felsefe işidir. Ama bir durumun nasıl ortaya çıktığını ortaya koymadan, onun istenilen yönde değişmesi için uygun bir şey yapamazsınız, durum kendi kendine, rastlantılarla değişir. Aktivizm ise ayrı bir iştir. Ne var ki felsefe bilgisine, özellikle de değer bilgisine dayanarak aktivist olabilirsiniz, önyargılı olarak da aktivist olabilirsiniz.
Son olarak kitap fuarına gelecek ve belki felsefeyle böylece ilişki kuracak okurlara ev ödevi verecek olsanız, ne derdiniz?
Fuara gelecek insanlara ev ödevi vermek haddim değil. Ama yapacağımız çalışmalarda –dinleyecekleri konuşmalarda-tartışmalarda, görecekleri filmlerde, yapacakları temaslarda– onların dikkatini çeken bir fikir veya bilgi olursa, üstünde düşünmeleri, kendi yaşadıklarıyla bağlantı içine sokmaları işlerine yarayabilir.