Sıcak daha sabahtan bastırmıştı. Yatağına perdenin arasından sızan güneş,100 yıl sürecek bir ölümün sebebi olacak olan bu çelimsiz adamı uyandırmıştı.
Gözleri yarı açık ayakucunda bulunan duvar saatine baktı. Zayıf kollarının yardımı ile doğruldu. Söylenerek odanın en karanlık noktasındaki banyoya yürüdü. Kemikli yüzünü beyaz bir kaptan döktüğü suyla yıkadı. Hızlıca tıraş oldu. İnce ayak bileklerini kısa pijamasından kurtarıp kum rengi üniformasını giydi. O T30 tramvayının vatmanıydı. Karısı onu terk ettiğinden beri kahvaltı yapmıyordu. Terinin gömlek cebinden sigara paketine kadar işlediği bu temmuz sabahında uyanmak güçlük çeken biri daha vardı.
***
Karısının ona seslenmesi bitene kadar koca vücudunu yatakta defalarca döndürdü. Yine sabah olmuştu ve yine kalkmak zorundaydı. Eski işi aklına geldi. La Boqueria’nın içindeki balıkçı tezgâhlarından boş kasalarını La Rambla Caddesi boyunca taşıyıp limana indirmekti. Bu kilo ile sadece 6 ay çalışabilmişti. Bu yeni işi ona yine kendisi gibi Fransız göçmeni olan bir arkadaşı bulmuştu. 1910 yılında üretilmiş Mitchell Model S marka bir arabada şofördü. Arabanın sahibi sakin bir avukattı. Sakin olmasa defalarca kovulmuştu. İştahına esir olan bu adam, biran evvel patronun evine yetişmesi gerekiyordu. Zira şehir uyanıyordu. Fakat geceden beri uyumamış biri vardı.
***
Kalemlerden boyanmış ellerini beyaz sakallarının içinde dolaştırdı. Sakalları kirlendi. Oysa mesleğine başladığı ilk yıllardan bu güne kadar ne yaşadıysa hepsinden birer izdi o sakallar. İşine aşıktı. Ofisini çalıştığı yerin alt katına taşıdığı günden beri toz toprak kıyafetlerini esir almıştı. Onu görenlerin bir dilenci sanması umurunda değildi. Yine acelesi vardı ve telaş içinde dağınık çalışma masasını topluyormuş gibi yapıp hızlıca kendini Bailen caddesinin sıcak kaldırımına attı. Yorgun ve kararlı adımlarla kaderine doğru yürüyordu.
Bu üçlü daha önce Gothic’te, T30 tramvayında, kilisede defalarca yan yana gelmişlerdi.
Birazdan Gran Via ile Bailen caddelerinin köşesinde tekrarı son bir kere daha olacak olan bu buluşma için ilk önce Fransız göçmeni olan şoför karşı kaldırımda yerini almış patronu beklerken uyukluyordu. Kum rengi üniforması henüz kalabalıktan yeni buruşmaya başlayan çelimsiz vatman Gran Via caddesindeki son durağından hareket etmişti. Yaşlı adamın sakalları gibi kirli kıyafetine yapışan ve ona ilham veren ağaç talaşları yürüdükçe kimi üzerinden düşüyor kimi yer değiştiriyordu. Kafasında yeni filizlenen fikriler T30 tramvayının ona çarpmasıyla son bulmuştu. Vatman bir aksilik olduğunu hissetmiş olsa da tramvayın içindeki hengame çalkalanan bir çivi kutusunu andırıyordu. Gürültülü sinirli ve karmaşık. Arkalarda ayakta duranlardan birine çarptıklarının haberi, işe geç kalma endişesiyle tramvayın ortasında eriyip kayboldu. Zaten T30 Gran Via kavşağını çoktan geçmişti. Yaşlı adam yerde hareketsiz yatıyordu. Kanlar içindeydi kaburgaları kırık ve ciğerlerine batmıştı. Sadık dostları talaşlar hızlı nefesine ayak uydurmuş vaziyette üzerinde bir aşağı bir yukarı dans edip duruyordu. Sakalı daha da kirlenmiş. Kandan yüzü en yakınlarının bile tanıyamayacağı hale gelmişti. Kazayı gören bir kişi yüzüne bakmak için onu sırtüstü yatırdı. Yaşıyordu. Fakat sırtüstü nefes alamıyordu. Yan yatırdı.
Onu yoksul bir dilenci sanmaları ne acıydı.
Yaşlı adamın umurunda olmayan şey şimdi hayatına mal olacaktı.
Bir iki geçen taksiyi durdurmaya çalışsa da kimse bu kirli yaralı dilenciyi arabalarına almak istemedi. Yardım etmek isteyen son kişide yanından ona acıyan gözlerle bakarak uzaklaştı. Kazanın üzerinden neredeyse bir saat geçiyordu. Bir çöp poşetini andıran yetmişini aşmış bu adam yol kenarında bir yardım bekliyordu. T30 vatmanı rahatsız eden bir şeyler vardı.
Tıpkı yediği ağır kahvaltı yüzünden uyuyakalan şoförü gibi. Arabanın içinde gözlerini araladı. Tutulan ensesini rahatlatmak için sağa sola çevirirken karşı yolda yaşlı adamı gördü. Hemen arabadan indi. Ne bir kimlik ne bir kağıt… Hiçbir şeyi yoktu. Meçhul kişiyi hastaneye götürmek için arabaya taşıdı. Santa Cruz Hastanesinde bir gün boyunca kimsesiz bir dilenci olarak yattı. İkinci gün kim olduğu anlaşıldığında tüm Barselona dua etti. Ama üç gün sonra 10 Temmuz 1926 yılında 73 yaşında öldü.
O Mimar Antoni Plàcid Guillem Gaudí idi.
Barselona yas tutmaya başlamıştı. Bu yas bu ölüm 100 yıl sürecekti. Yaşadıkları şehrin çehresini belirleyen mimardı. Onca eserin sahibiydi. Tam bir dahiydi. Sagrada Família’nın tasarımı için çizim yapmaktansa kendi hayal gücünü kullanmayı tercih etmiş olduğundan, kilisenin yapımı bir türlü tamamlanamadı. Sırf bu yüzden, pek çok kişi mimarı “Tanrı’nın mimarı” sıfatıyla andı. Ölümünün 100. Yılında bitecek Sagrada Família’nın tam ortasına gömülürken binlerce insan onu uğurlamaya gelmişti.
Elbette içlerinde vicdan acısı çeken bir vatman ile işsiz ama gururlu bir Fransız göçmende vardı.