Yazarlar

Dâva İnsanı Nazım Hikmet

post-img
‘’Dikkat et, bütün büyük kitaplar, roman, şiir falan filan insanların karşısında bir davayı öne süren, bir meseleyi ele alan, onu edebiyat çerçevesi ve kanunları ve imkânlarıyla halle çalışan kitaplardır. Bu dava ve mesele ne kadar insana yakın, ne kadar kendi devrinin ve hiç olmazsa yakın geleceğin davası ve meselesi olursa o kadar kitap büyük ve değerli olur. Davası olan kitap kavgası olan kitap demektir. Kavgasız kitap hareketsiz kitaptır, hareketsiz kitap ise ölüdür.’’ Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi’nden Mehmet Fuat’a gönderdiği, hikâye ve şiirleri için önerilerle dolu mektuplarının birinde söylüyor bunları. Yaşadığı her anın, yazdığı her kelimenin bir davası vardır Nazım’ın. Bu yüzdendir ki ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanır,‘’dünyadan, memleketinden, insandan umudu kesik değil diye’’ yaklaşık 12 sene içeride kalır. İnandığı siyasi duruşu, yazarlığıyla birleştirip, en derin olanı, en yalın biçimde anlatır.Bir konuşmasında ‘’ben kendimi sadece Türk kültürünün kalıtçılarından biri olarak değil, ama tüm insanlık kültürünün kalıtçılarından biri olarak görüyorum der. Halkım için, başka halklar için…. diyerek çıktığı uzun yola daha 11 yaşında , o yaştan beklenmeyecek bir duyarlılıkla yazdığı ilk şiirle başlar; Sisli bir sabahtı henüz,/ Etrafı bürümüştü bir duman/ uzaktan geldi bir ses ah aman aman/Sen bu feryat-ı vatanı dinle işit / Dinle de vicdanına öyle hükmet / Vatanın parçalanmış bağrı/ bekliyor senden ümit. Yıl 1913’tür. Sonrasında ya ‘’Taranta-Babu’yla’’Mussolini iktidarında yaşanan faşizm baskısının karşısındadır, ya ‘’Karanlıkta Kar Yağıyor’la İspanya İç Savaşı’nda, Franco ‘nun.’’Yarısı buradaysa kalbimin, yarısı Çin’dedir doktor./sarı nehre doğru akan ordunun içindedir.’’ Kavga ve mücadeleyle geçen yaşamı boyunca hep bir davası vardır. Bu yüzden birilerine, bir yerlere uzaktadır, gurbettedir hep. Otobiyografi şiirinde ‘’ Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir/ben ayrılıkların,/kimi insan ezbere sayar yıldızların adını/ ben hasretlerin ‘’der. Bir başka şiirinde sevgilinin yanağında İstanbul’u öper. Köprüden, emanetçi Nuri Efendi’ye verip, Bir servi sandık yollasa bana memleketim İstanbul. Bir gelin sandığı… Çınnnn… Diye çıngırağını çınlatıp kapağını açsam; ‘’iki top şile bezi, İki çift bürümcük gömlek, Kılaptan işlemeli mermerşahi mendiller, Ve SEN çıksan içinden’’ Yatağımın kenarına oturtsam seni, Kurt postumu ayaklarının altına yaysam, Ve karşında el pençe divan durup, Boyun büküp, Valih ü hayran, baksam yüzüne Vay, anam, vay, ne kadar güzelsin, Gülüşünde İstanbul’un abu havası, İstanbul’un lezzeti bakışında. A benim sultanım efendim, izin versen, Ve cüret edebilse Nazım Hikmet kulun, Koklayıp öpmüş gibi olacak yanağını İstanbul’un. Radyo konuşmalarının birinde Nazım Hikmet, ‘’ Yazarın, kuruluş durumunda bulunan bir toplumda ortaya çıkan tüm sorunları, bu toplumun çelişkileri dahil, ele almaktan korkmaması gerektiğine inanıyorum’’ der. Korkmadan ele alır. Kalbinin buradaki yarısıyla yazdığı, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, Şeyh Bedrettin Destanı’nda , tiyatro oyunlarında, romanlarında, konuşmaları ve yazılarında…hep bir davası vardır, yönü bellidir, sömürüden, baskı ve zulümden uzak , emekten, haktan, halktan yana bir yarının yönüdür. Siyatik ağrıları, kalp sancıları, mahpushanelerin rutubetli duvarları, aşkları, aldanışları… hepsi son bulmuştur. Fakat doğruları, inançları, birçok dile çevrilmiş eserleri yarın da yaşamaya devam edecektir.

Diğer Haberler