Yazarlar

İda Dağları’ndan…

post-img
İda Dağlarının mitolojik atmosferinde yürüyüş yapmak, Ege'nin eşsiz otlarından tatmak, ''körfezin dalgın sularına bakmak''... Vee hayattan bir kısa güncük çalmak niyetiyle üç arkadaş çıktık yola. Bursa-Balıkesir-Edremit-Altınoluk yol güzergahını takip ederek, Susurluk'ta yarım saatlik tost ayran molası vererek, yaklaşık 3,5 saatte vardık Küçükkuyu'ya. Çanakkale'nin,Ayvacık ilçesine bağlı Küçükkuyu kasabası nicedir görmeyi istediğim bir yerdi. Oksijeni, balığı, zeytini, denizi, şelalesi ve dahi Zeus Altarı... Kalacağımız yerdeki kısa dinlenceden sonra, arabayla 10-15 dakika denizden yukarılara doğru yol aldık. Zeytin ve meyve ağaçlarının arasından maviye bakarak, kimi zaman betonlaşmaya üzülüp tadımız kaçarak kıvrıla büküle geldik Zeus Altarı'na . Daha doğrusu Zeus Altarı’na bizi ulaştıracak ve yaya olarak çıkılacak yaklaşık 1 kilometrelik toprak yolun başına. Sezonda çok sayıda ziyaretçinin aynı anda yürüdüğü yol, oldukça tenhaydı. Tanrı Zeus'un doğduğu, tepelerinde yaşadığı, Hera'yı görüp sevdalandığı, savaşlar tasarladığı; nice nice efsanede, mitolojide adı geçen antik çağın ünlü dağı İda'daydık. Babası tarafından ölüme terk edilen yakışıklı çoban Paris'in dağı aynı zamanda. Efsaneye göre Zeus, Paris'e, Hera, Athena ve Afrodit adlı tanrıçalardan birisine verilmek üzere altından bir elma uzatır. Elmanın üzerinde ''en güzele'' yazılıdır. Bu zor kararda her biri en güzelinin kendisi olduğuna inana tanrıçalar yardım eder Paris'e. Hera, elma karşılığında krallık teklif eder bizim çobana. Athena, Truva ordu komutanlığını koyar Paris'in önüne. Afrodit ise dünyanın en güzel kadını Truvalı Helen'in aşkını vaat eder. Paris'se,  Afrodit'e yani aşka uzatır elmayı...     İlk güzellik yarışmasına aşk karışmıştı, sonrasında da savaş. Paris'in aşkı tercih etmesi ve Helen'i kaçırmasıyla 10 yıl sürecek Truva Savaşı da başlamış olur. Çam ağaçlarının arasından, kuşların sesini dinleyerek tırmandığımız tatlı yokuş bizi yormadı. Toprağın sarıp sarmalamaktan vazgeçtiği, kökleri açığa çıkıp sert rüzgarları yiyince devrilen ağaçlar gördük. Biz gölge etmesek doğa kendini durmadan ve yeniden yaratacaktı nasıl olsa. Ama biliyorduk ki; maden arama ve çıkarma şirketlerinin yakın takibinde, sabotaj ihtimali sorgulanan yangınların ateşindeydi Kaz dağları. Adı İlyada'da Gargaros doruğu olarak geçen yere ulaştığımızda, merdivenlerle sunağın üstüne çıkıp, ''Zeus işini biliyormuş'' dedirten; körfeze ve limana hakim, etraftaki tepelerin en yükseğinde duruyorduk. Taşlarla örülü, içinde bir de sarnıç bulunan küçük bir yapı sunak. Dinsel törenlerin yapıldığı, savaş, hastalık ve felaketlerden korkan insanoğlunun tanrılara kurbanlar sunduğu yer. Var olduğumuzdan bu yana bizi yönlendiren iki güçlü duyguyu; korku ve umudu orada bir arada görebiliyorsunuz. Sunakta korkuyu, çevresindeki ağaçlarda umudu, bükülüp düğüm atılabilme yeteneğine sahip her nesneyi dilek edip koymuşuz dallara... Peçeteler, ıslak mendil parçaları, sigara jelatinleri, pet şişelerin markalarının yazılı olduğu naylon kısımlar.... Ve daha niceleri.... Eee ne demeli, kabul olsun umalım dilekleri... Zeus'un mekanından inerken Adatepe Köyü doğal çevreye uyumlu renkleri ve dokusuyla pastoral bir resim tadında bizi çağırıyor yanına. Oraya uğramadan geçmek olmayacak. Aşağıda ağaç gölgeliklerinin altında bir köy kahvesinde çaylarımızı içiyoruz.     Ve Adatepe'de bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış bilge, olgun taş evlerin arasında dolanıyoruz bir süre. Köy Sit alanı kabul edildikten sonra, eski evler aslına uygun restore edilmiş. 275 yaşında, eskiden konak olan ,şimdi konaklamak amacıyla kullanılan köyün butik otellerinden birini geziyoruz. Küçük turumuzu meydandaki Selçuklu'dan kalma caminin önünden geçerek tamamlıyoruz. Kendine kaçmak isteyenlerin dinlenip, doğa ve tarihle huzur bulacağı bir yer Adatepe köyü. Bir kenara not alıyoruz. Gezimizin son durağı Mıhlı şelalesi için Küçükkuyu' ya inip 2 km içeri ilerliyoruz. Arabayı park edip yürüyerek ulaştığımız iki göletten ilki, Başdeğirmen köprüsü göleti. Yazın, serin tatlı sularında yüzmek için oldukça rağbet gören gölet, o gün sadece bizi ağırlıyor. Suyun rengi mi ağaçlara vuran, yoksa ağaçlar mı suyu yeşil etmiş anlayamıyoruz. Suyun üstünde oluşan gölgeler, sarının ve yeşilin tüm tonları bize bambaşka bir yerdeymişiz gibi hissettiriyor. Fotoğraflamak lazım burayı… Bunalınca yorulunca, şehir hayatının hayhuyunda sıkışınca, çıkarıp bakmak için fotoğraflıyoruz. Sonra tahta masada oturup,buraların en ünlü söylencesinden; Sarıkız Efsanesi’nden söz ediyoruz. Bir çok versiyonu olan efsanenin en yaygın olanını ben de yeni öğreniyorum. 15 Ağustos’ta yolunuz buralara düşerse Sarıkız şenlikleri de yapılıyormuş. Kalkıp ikinci gölete, Mıhlı Şelalesi Göleti’ne doğru patika bir yoldan yürüyerek gidiyoruz. Az zamana çok şey sığdırmış olmanın, az molayla çok yol kat etmenin haklı yorgunluğuyla yeniden Küçükkuyu'ya, geceyi geçireceğimiz otele dönüyoruz. Limana ve şirin fener'e bakıyor otelimiz. Temizliği sıcaklığı, evinizdeymiş hissi uyandıran samimiyeti bir yana; karidesten kalamara, ahtapottan ıstakoza, türlü çeşitli balık mezesiyle mest olacağınız bir restoranı var: Alp restoran. Temel prensibin ''sıcak sıcak'' kelimeleriyle sloganlaştığı balık mutfağını özellikle, ben gibi balığı sevmeyenler için bile şiddetle öneriyorum. Uzun lafın kısası, bir biçimde Edremit körfezine düşürün yolunuzu.... Gezin görün Küçükkuyumuzu.  

Diğer Haberler