Yazarlar

Apoculuk icat oldu solculuk bozuldu, aklın vıcıklaşması (2)

post-img
Gerçek denen şey araba lastiği gibidir. Taylan Kara ““Yalçın Küçük yaşamı boyunca yalnızca bu kitabı çıkarsaydı bile çok büyük bir iş yapmış olurdu” diyor Estetik Hesaplaşma için. Doğru. Ama keşke sadece o kitabı yazsaydı, siyasete bulaşmasaydı. Gerçi sonraki birçok kitabı da değerlidir. Türkiye’de medyayı, sanatı, edebiyatı tutan “Tekeliyet”i açığa çıkardığı, “Şebeke”leri deşifre ettiği yazıları… Ama Yalçın Küçük gerçekçiliğinde ciddi bir yara açılmıştı bir kere. “Gerçek” araba lastiği gibidir. Küçük bir yerinden delinse bile pörsür, artık götürmez bir yere sizi. Gerçeğe sadakat, edebiyatta olsun, felsefede, siyasette olsun gerçekçilik çok zor iştir. Öyle kendine fazla güveni kaldırmaz. Türkiye’de 80’li yılların son yarısında tekrar toparlanmaya başlayan sosyalist sola bir şeyler oldu, güce tapınmaya başladı. Tapınacakları önceki güçler ortadan kalkıyordu. Sovyetler çürüyordu. Çin uzaktı ve zaten iyice bir tuhaflaşmıştı. “Eylülist” rejime karşı giderek yükselen tek direniş odağı PKK gibiydi. Neredeyse herkes Öcalan’ın emri altına girdi. Öcalan mahkeme ifadesinde açıkça belirttiği gibi “Öyle bir Kürt milliyetçiliği oluşturun ki, karşı taraf da Türk milliyetçiliğini savunur hale gelsin ve bloklar oluşsun” diye emir vermişti. (Bir Yanılsamanın Sonu- Mahsun Hayri Pir - Komal Yay.) Bu emir sadece PKK’ya değil, sosyalistlereydi. Emir başarıyla yerine getirildi. Türkiye sosyalist solu sola ihanet etti, bile isteye sol değerleri milliyetçiliğe teslim etti. Her seçim dönemi açık bloklar oluşturuldu, seçim geçince bu bloklar korunmaya çalışıldı. Daha önce PKK ile çatışan çatışmayan herkes ittifakın içinde yerini aldı. BSP, ÖDP, EMEP, SİP… hepsi… Bu tutum onları emek ekseninden koparacaktı, sosyalist eksenden koparacaktı, halktan koparacaktı… Kimin umurunda. Tam tersini düşünüyorlardı. PKK önderliğinde devrimci kalkışma ve sosyalist devrim düşleri görüyorlardı ve bu düşlere inanmayanları gericilikle, şovenlikle, faşistlikle suçluyorlardı. Yalçın Küçük de bu akımın başını çekenlerdendi. Doğu Perinçek bile en önlerden yer kapmıştı. Öcalan mahkeme ifadesinde “1991’de DEP’e oy vermeyen herkesin tavuğunu bile öldürün diye talimat verdiğim doğrudur. Ama bunun adeta bir katliama dönüşeceğini düşünememiştim” diyordu. (Aynı kitap) Olaya dışarıdan bakanlar bile görebiliyordu bu kanlı gerçekleri. PKK’ya az çok sempati duyanlar bile bunun vahşi, ama “başarılı” bir taktik olduğunu kabulleniyordu. Devlet Kürtleri korkutuyorsa, sen daha fazla terörle daha fazla korkutacaksın ki, onları yanına çekebilesin. Apo’nun dahice taktiği buydu. (David Romano, Kürt Dirilişi, Vate Yay.) Ve bu doğrultuda bölgede hakimiyet kurmak için 1978’den itibaren önce öteki örgütlerden solcular, sonra sivil Kürtler, ardından Kürt muhalifler, sonra kendi içlerinden itiraz edenler vb.. yüzlercesi öldürüldü. “TİHV’in yıllık raporları ve günlük basından ulaşabildiğim sonuçlar şöyle: 90-99 yılları arasında PKK ve sol örgütler tarafından dışarıda örgüt içinden ve sivillerden, “Hain”, “Ajan” ve “İşbirlikçi” oldukları gerekçesiyle toplamda 1030 kişinin öldürüldüğünü arşiv kayıtlarından anlıyoruz. Dağlardaki örgüt içi infazlar bu sayının dışındadır. Bu anlamıyla kayıt dışı cinayetlerdir. Öyle anlaşılıyor ki, savaş devam ettiği sürece bu infazların tam olarak ne kadar olduğunu öğrenemeyeceğiz. Abdullah Öcalan’ın 15 bin iç infazdan bahsettiği söyleniyor.” Bu rakamlar şaşkınlık verici. Abartılı gibi geliyor insana. Ama içlerinden biri, üstelik güvenilir biri yazmış. Aytekin Yılmaz. Yoldaşını Öldürmek adlı kitapta. Yine İletişim Yayınları. Yine Murat Belge ve İletişim demeyin. Yalçın Küçük yedi sekiz yıl kadar Murat Belge ve İletişim-Birikim grubu ile aynı safta yer almış. PKK destekçiliğinde onu geçmiş. Dersim kökenli devrimci önderlerden Mehmet Yıldız, Karıncanın Boğmadığıkitabında bu uygulamalara karşı çıktığı için işkenceyle öldürülen bir üst düzey PKK yöneticisini anlatır. Sonra edebiyatta gerçekçilikti.. Murat Belge emperyalizmin işbirlikçisiydi.. şuydu, buydu… Yalçın Küçük şunları söylemiş Med-TV’de, gittiği her yerde: “PKK’nın emekçi Türk halkına en ufak zarar vermemekte gösterdiği titizlikten de çok memnunum, önemli bir titizliktir.” Sonra bizzat Öcalan’a “Türkiye dağlarında mı olur, şehirlerde mi olur, emekçi halka zarar vermeyecek daha büyük sonuçlar yaratacak eylemler” öneriyor. Abdullah Öcalan da şöyle diyor aynı sohbette cevaben: “Politik taban Anadolu Apo’ya mezar olacak diye bağırıyor… Bunların içinde bomba patlatmak hakkımızdır. Böyle bir politika doğru mudur? Düşünüyoruz.” Düşünmediler, daha önce yapmışlardı, sonrasında da yaptılar. Onat Kutlar’ı nasıl öldürdüler, Mavi Çarşı’yı nasıl yaktılar, Anafartalar caddesi, Güngören Meydanı, onlarcası… 100’den fazla ölüm… Yalçın Hoca PKK’yı “titiz” buluyor, Apo gibi liderin varlığından “sevinç” duyuyor, “şanlı direnişi” her konuşmasında göklere çıkarıyor. https://www.youtube.com/watch?v=TIrwQ-xU6QU Şanlıdır veya değildir, ama yalan solda da kanıksanıyor artık. Solcular da sağcı politikacılar gibi merhaba der kadar doğal yalan söylüyor. Türkiye solu yalanın ve samimiyetsizliğin üstünden saygı toplamaya, güçlenmeye çalışıyor. Ve burada biz edebiyatta gerçekçilikten, şebekelerden, şundan bundan bahsediyoruz. Kim kime inanır ondan sonra… O dönem bitiyor, Yalçın Hoca ekranlara çıkarak paşa güzellemeleri yapıyor. Nasrettin Hoca’nın üstüne işediği kavunları, acıktıktan sonra buna bulaşmamış şuna bulaşmamış diyerek bir bir yediği fıkra gibi. “Vatansever” paşacıkları birer birer fos çıktıkça onları atıyor, yerlerine yenilerini övüyor. Övülen paşaların sonu gelmiyor… Bir kere gerici milliyetçilik yoluna girilmiş, ha Kürt milliyetçiliği, ha Türk... Artık fark etmiyor. Yalancı şahitlik kafaya konduktan sonra dava ister arpa davası olsun, ister buğday, sonuç değişmiyor. Bütün bu “solcu”larda bir şey çok bariz: Güce tapınma. “Bu halktan, bu işçi sınıfından hiçbir nane olmaz” sözü itiraf etseler de etmeseler bilinçlerine nal izi gibi yapışmış. Bir bakıma haklılar da. Halktan genelde ihanet görmüş, bönlük ve kadir bilmezlik görmüş bu ülkenin solcusu. Çifteyi yedikçe çifte atana düşman kesilmiş. Zor da zaten. Halk içinde çalışmak son derece zor. Sonuç almak daha da zor. Zaten bu klişelerle, bu örgüt isimleri ve bu burnundan kıl aldırmaz ideolojik kalıplarla çok zor. O zaman gelsin hazırda ne varsa o. Hazırda kim varsa onları memnun edecek bir siyaset. Daha büyük politika yapmak, az buçuk iktidara oynamak isteyen ne yapacak? Ya orduya yanaşacak ya da PKK’ya… Yeni bir solcu, devrimci tipi yarattı “eylülist” rejim. Murat Belgelerle başladı ve sonra herkes Murat Belge oldu. İşinde kapitalizmin gereklerini harfiyen yerine getiren; işten çıkınca kapitalist tüketimci; evinde, eşine, dostuna, çocuğuna karşı düzenin sıradan yurttaşı, boş zamanlarında solcu sosyalist aydın... En iyileri popüler sol yayınları takip eder, ayda ortalama birkaç gösteriye katılıp, gazını da yedi mi taçlanır devrimciliği! Yorumcu bir arkadaş soruyor: Gençler okumaya nereden başlamalı, hangi kitapları öncelikle okumalı? Politzer okumayın da ne okursanız okuyun! Şaka tabii, ciddiye almayın. Biz bu sosyalist kültürel mücadeleyi, ideolojik savaşı nasıl olsa kaybettik arkadaşlar. Bu soru bana değil, öncelikle kendine sosyalist hatta komünist diyen siyasi partilere sorulmalı. Bu partilerin ideolojik mücadeleyi kazanma doğrultusunda herhangi bir planları, programları var mı? Onlar mesela gençlere okuması için neler öneriyorlar, eğitim nasıl başlıyor? ÖDP’liler Bavul’u, Fil’i; KP’liler Pul Biber’i mi öneriyorlar mesela? Okumakla da iş bitmiyor. Bu okunanların nasıl içselleşeceğini düşünüyor parti yöneticisi arkadaşlar? Sosyalist veya komünist bir insan güncel siyasetten hiç söz etmese, çevresindeki insanlardan çalışma tarzıyla ayırt edilir mi mesela bir iş yerinde? Arkadaşlarına davranışlarıyla, oturuşu kalkışı ile sıradan insandan biraz farklı mıdır? Eşiyle, çocuğuyla ilişkilerinde örneğin bir CHP’liden ne kadar üstündür? Bir de konuşmaya başlasa. Gündelik siyasetten bahsetmeyecek ama. Sıradan olaylardan bahsedecek, spordan mesela, gittiği filmden veya kızının okuldaki eğitiminden. Herhangi bir liberalden ne derece farklıdır? Bunlarda bir farklılık yoksa, ki otuz yıllık pratikte tanıdığım on binden çok insanda ben istatistiki anlamda kayda değer bir fark görememişsem halk hiç göremez... Nitekim göremiyor... Yaptığınız siyaset neyin siyaseti oluyor? Kuşaklar değişiyor, solda kapitalizme boyun eğiş değişmiyor. Boyun eğiş mi? Pek öyle de değil. Gönüllü kabul ve pay kapma desek? İşte bu siyaset pek canlı, heyecanlı görünür, ama ölü siyasettir. Gündelik acil sorunlara, o günün katliamlarına duyarlıdır insanlar, ah vah ederek. Az buçuk farklı bir şey deseniz sizi duyarsızlıkla suçlamakta yarışırlar. Her yerde, her zaman acı üreten bu sistemi dokuyan bizzat kendileridir oysa. Söylersiniz… Anlamazlar… Halkla bütünleşme hedef olmaktan bile çıkmıştır artık. Halkla bütünleşmeyi sağlayacak ideolojik adımlar bilerek atılmaz adeta. Sol “muhalefet” teki bu çoğunluk mu haklıdır yoksa? Bu sol bilmeden istemeden Marx’ı da mı aşmıştır? Nazire yapmıyoruz. Marx’ın yabancılaşma teorisi de yalan çıkmıştır. İnsanın ne kapitalizme, ne de ürettiği mala yabancılaştığı falan yok. Ne işine yabancılaşıyor, ne tükettiğine. Yabancılaştığı tek şey sosyalizm. Sosyalist, komünist parti tabanları ve hatta kadroları ideolojik mücadelede nasıl sosyalizmden yana taraf tutacaklar ki? Her biri bir yerde çalışıyor ve işine, ürettiğine hiç yabancılaşmış görünmüyor. Şirkette çalışan beyaz yakasını seviyor, doktorsa mesleğini fetişleştiriyor, oyuncuysa dandik filmlerde rol kapıyor, yayınevindeyse üfürükten piyasa işi kitaplar çıkarıyor, gazeteciyse yalanlar uyduruyor. İşsizse gittiği barın havasına uyuyor. Oralarda çalışmayın, şu semtlere uğramayın diyebilir miyiz? Partileri bunu söyleyebilir mi? Söyleyemez, onlara iş ve para veremez. Kariyer, gelecek, ün veya çocuklarına maddi umut veremeyiz. İşlerine, konumlarına yabancılaşsalar kötü, yabancılaşmasalar daha kötü. Siz bu insanları ideolojik olarak ne kadar diri tutabilirsiniz? Bir komünist, sosyalist partinin görevidir bu. Asıl görevidir. Bunu yapmadığı zaman o insanların boş zaman devrimciliğinin hiç önemi yoktur. Bu ölü siyasettir. Bugün sosyalist bilinç sosyalist partilerde bulunsa Estetik Kalkışma gibi kitapların her yıl on binlerce kişi tarafından okunması, herkesin evinde başucu kitabı olması gerekir. Var mı sosyalist önderlerimizin böyle bir hedefi? Yok. Bunu yaptıklarında taban ve kadro kaybedeceklerinden korkuyorlar. İnsanların kapitalist yaşam alışkanlıklarının, içlerindeki vasat ideolojinin üstüne gidilirse partilerinin daha da küçüleceğinden korkuyorlar. Ama zaten böyle de küçülüyorlar. Bari şerefinle küçül. Hem belki bunu yapsan büyürsün. Sol içinde estetik hesaplaşmaya sıcak bakılmıyor. Felsefi hesaplaşmaya sıcak bakılmıyor. Bu tartışmalar kapanıyor. Tartışma ve sorgulamanın kapandığı her yerde piyasacılık, kapitalizm yanlılığı, vasatın değerleri ağır basıyor. Kriz çıkınca herkes sosyalistleşirmiş! Niye sosyalistleşsin. Krizi rüşvetle satın mı alacaksın? Hadi az buçuk sosyalistleşti diyelim, kim önderlik edecek onlara. Piyasanın yumuşattığı bu tipler mi? Rusya’da 1917’de kriz oldu, halkın devrimi yapmaya yetecek kadar bölümü sosyalistleşti. Ama bu halk 1917 öncesi Çernişevski, Herzen, Turgenyev vb. okuyordu. Şimdi kimleri okuyor? Tuna Kiremitçi, Ahmet Ümit, Ece Temelkuran, Enver Aysever… Bunları tutanlara devrimi altın tepside sunsan, yirmi dört saat geçmeden “İstemeyiz sosyalizmi, biz kapitalizme geri döneceğiz” derler. Sabetayizm sorunsalı!    Bir de Sabetayizm konusu çıktı önümüze, köken araştırması, isim avcılığı. Yalçın Küçük’ün ve bu konudaki görüşlerini paylaşanların söylediklerinde doğruluk payı büyük. Yüzde otuzu sansasyon amaçlı bilinçli veya bilinçsiz abartı olsa da yetmişi doğrudur diyebiliriz kendi içinde. Ama Yalçın Hoca’nın ve onun izinden gidenlerin bu konudaki görüşlerine nesnel olarak dışarıdan baktığımızda iki büyük yanlış görürüz. Kuramın gerçekliğini zedeleyen iki büyük gerçekliği yok sayma. Zaten çoğu komplo kuramını bu denli tutulur kılan da odur. Belli bir gerçek zemininde gerçekliği yok etmesi. Bütünsel gerçeklere her zaman soğuk bakmıştır insanlık. Yalçın Küçük Hoca, 90’ların başından itibaren olgulara sınıfsal bakmayı, sistemler açısından bakmayı boşladı. Hatta böyle bakışları unutturmak için elinden geleni yaptı. Oligarşik yapılanmaya kapitalizmin içsel dinamikleri açısından, sınıfsal geçişler ve geçirgenlikler açısından bakmıyor Küçük. Böyle baksaydı örneğin Türkiye oligarşisi içinde Sabetayist olmayanların büyük çoğunluğu oluşturduğunu görecek ve kabul etmek zorunda kalacaktı. Küçük’ün yaklaşımı dikkatleri bir yana çekmekte belki fayda sağlıyor; büyük burjuvaziyi  bir yere kadar teşhirde kolaylık sağlıyor, ama gerçekte asıl yapının, asıl dinamiklerin resmini bulandırıyor. Bu yaklaşım kapitalizmin işleyişini görmede faydadan çok zarar getiriyor. İkincisi de şu: Türkiye iki yüz yıldır yabancı istihbaratçıların cirit attığı bir ülke. Bu durum çok sayıda belgeli ispatlı yazıya, kitaba konudur.  Türkiye’deki birçok siyasi felaketin sorumlusu olarak CIA ve öteki Avrupa gizli servisleri gösterilmiştir. Bunların bazı bağlantıları deşifre edilmiştir. Bazı bağlantılar son derece açık görülmektedir. Kaldı ki yukarıda sonuçlarından kısaca bahsettiğimiz PKK’nın ortaya çıkışında ve sonraki gelişmesinde MİT’ten başlayarak CIA, özellikle Alman ve İngiliz gizli servisinin katkıları söylenti boyutunu aşmış somutlukta. Biz de buradaTürkiye’de Aklın Teslimi Alınışı adlı bir yazı dizisi (değişik tipte bir roman) hazırlamıştık hatta. Ama Yalçın Küçük, 80 öncesinde “Maocu” grupları manşetlerden, sansasyonel ifadelerle Amerikan ajanlığıyla suçladığı yıllardan sonra bu ajan avcılığı işini bırakmış görünüyor. Varsa yoksa Sabetay. O zaman da ajanlık meselesi üstündeki dikkat dağıtılmış oluyor. Hadi Yalçın Hoca her şeye erişemez diyelim, bu konularda onu destekleyenlere, örneğin Soner Yalçın’a ne demeli? Kendisi pek çok yere eli erişebilen bir gazeteci. Örneğin bu CIA-medya bağlantılarında en çok suçlanan yayın organı da Hürriyet gazetesi. Kendisi de orada çalışmıştır Yalçın. Neden bu konuyu araştırmaz. Niye bu iddialar doğrudur veya yanlıştır diye bir açıklama yapmaz, bildiklerini dökmez ortaya? Sabetaycılık suçlamaları hem kolaydı, hem iyi tiraj sağlıyordu, hem de dikkat dağıtıyordu. Keşke ad avcılığında gösterilen yetenek, oligarşinin ve gizli servislerin medya-edebiyat bağlantılarını deşifre etmede de gösterilseydi. Yalçın Hoca, Sabetayizm konusuna bir yapısalcı gibi bakıyor. Sabetayist yapı parçalarını gerçek gelişiminden, ilişkilerinden, bütünlüğünden koparıyor.  Kurunun yanında yaşları da yakarken birçok kurunun ilişkileri açığa çıkmadan gemisini yürütmesine yardımcı oluyor. Estetik Hesaplaşma’da estetik saptamalar Estetik Hesaplaşma’da tam katılmadığım, kısmen katıldığım, bende soru işareti bırakan noktalar da mevcut. Birisi şu: İyi bir eserde, bizim “sosyalistlerin” veya genel anlamda gelişmiş insanın beğenmesi için iki unsur bulunması gerekiyor Hoca’ya göre. Biri öfke, öbürü umut. Bir eserde bu ikisi de yoksa eser kötüdür, yalnızca biri varsa yeterince iyi değildir. Bana göre de bunlar esere nitelik katan temel özellikler. Ama ikisinin de bulunmadığı bir eser de pekala güzel olabilir. Güzel nedir? Okuduktan sonra insanda bir şeyleri iyi yönde değiştiren eser. Bir şeyleri düşündürebilir, bir şeyleri sormasına yol açabilir, mücadele coşkusu verebilir, kendini düzeltme gücü katabilir, olgulara daha farklı bakmasına yol açabilir… bu liste uzatılabilir. Özetle düşünsel, duygusal, bir yükselme yaratan eser güzeldir bana göre. Öfkesi ve umudu düşük bir eser de kesinlikle bunları sağlayabilir, sağlamaktadır, binlerce örnekte görüleceği üzere. “Nesnellikten” başlamıştık işe. Nesnel ölçütler koymaktan. Ama insandan, onun düşünceleri ve duygularından bahsediyoruz. Ne kadar nesnel olunabilir böyle şeylerde. Tüm dünya edebiyatçıları birleşse 100 maddelik tamamen nesnel bir ölçek üstünde anlaşsa, tüm eserleri ona göre yargılasa… Nesnellik sağlanacak mıdır? Hayır. Aynı ölçeğe göre bir eser bir uzmandan 95 puan alırken başka bir hakemden 68 puan alacaktır. Yine de bu, nesnelliğe ulaşma çabalarımızı azaltmamalı. Aradaki puan farkları ne kadar kapanırsa (hiçbir zaman tam kapanmaz)  hakikat açısından o kadar iyidir. Öfke ve umut. Bir eser örneğin laik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı öfkeyi ve bundan kurtulup şeriat rejimi kurma umudunu yükseltiyorsa güzel midir? Veya faşist TC’yi bozguna uğratıp, ülkenin bir bölümünde Kürdistan kurma, Kürtleri ve Türkleri mekansal olarak birbirinden ayırma yönünde öfke ve umut yayıyorsa o eser iyi midir? Oraya geleceğiz. Sonuçta her şey insandan, “insani iyi”den ne anladığımıza bakıyor. Buna da kişiliğimiz karar veriyor. İstersek Estetik Kalkışma gibi bin tane daha kitap yazalım. İsterse onları okullarda zorunlu ders kitabı yapalım. Sonuçta her şeyi yine insan ve onun kişiliği son karara bağlıyor. Biz neyin mücadelesini veriyoruz peki? Kendi kişiliğimizin ve onun benimsediği dünya görüşünün. Bu kuvvetlensin, yayılsın istiyoruz. Olduğu kadar. Yalçın Küçük insanda bir iyilik hiyerarşisi kuruyor. Bunu şöyle ifade ediyor: “İnsanlar geleceklerini hep güzel görüyorlar. İnsanların en ilkeli, dindarlar, geleceklerini cennette görüyorlar. Güzel insanlar, sıradan insanlar, geleceklerini çocuklarında görüyorlar ve hep güzel görüyorlar. Gelişmiş insanlar, aydınlar, geleceklerini ellerinde görüyorlar ve ellerini beğeniyorlar. En gelişmiş insanlar, solcular, geleceklerini yeni bir düzende görüyorlar ve yeni düzeni pek güzel buluyorlar.” (Bir numaralı önerme) S.186 Başka yerde de şöyle diyordu: “Peki güzel nasıl doğuyor? Güzel gelecek’in bugüne gömülü köklerinden doğuyor; sanatçı ipuçlarını bu köklerde yakalıyor. Gerçekçi sanatçı, bugünün olumsuzluklarıyla gelecek’in köklerinde saklı olumlulukları bir arada içiçe verdiği ölçüde sanatı ortaya çıkarıyor: Bütün büyük sanatçılar bunu yapıyorlar.” (2 numaralı önerme) Ve başka bir saptama, yine aynı doğrultuda: “İnsana güvenmek, ilerleme’ye güvenmektir; insanın zorunlu geleceğine inanmak oluyor. Ahlak ancak burada var olabiliyor. Zorunlu geleceği hızlandırıcı bir eylemlilik olarak ortaya çıkıyor.” (3 numaralı önerme) Şimdi Hocamızın 1 ve 3 nolu paragraflarda ileri sürdüğü görüşlerin bilimsel ve mantıksal olarak karşılığı yok. Bunlar inançsal ifadelerdir ve akıl gözlüğüyle sadece bir hiçtirler. Kalıp yargılarımıza oturduğu için kulağa pek hoş geliyor 1’deki hiyerarşi, ama hayatta böyle bir hiyerarşi yok. Bir kere insanın geleceğinin bugünkünden daha iyi olacağına dair bilimsel veriler çok zayıf. Aksine daha kötü olacağına dair bilimsel veriler baskın. Ne olacak şimdi? Bunu görüyoruz ve söylüyoruz, hatta inadına bu konularda felaket tellalı peygamberler gibi insanı uyarıyoruz diye kötü edebiyatçı mı olacağız? İnsanın geleceğine güven ne? Güvenmiyorum, çünkü okuyan, soran, araştıran aklım insanın geleceğinin kötüye gittiğini gösteriyor. Felaketin kurtuluştan daha büyük olasılık olduğunu gösteriyor? Ne yapacağız şimdi? Banko gerici edebiyatçıyız. Şaka yapmıyorum. Ne yazık ki Küçük’ün, Sadık Albayrak dostumun, Cengiz Gündoğdu’nun ve pek çok başka benzerinin estetik aklı böyle çalışıyor. İnsanın geleceğine güvenmiyorsan, umut yaymıyorsan kötü edebiyat yapıyorsun… Bir başka soyut kavramı da hep insana dayatırlar. İnsanı seviyor insanı sevmiyor. Nedir bu insanı sevmek sevmemek? İnsanı sevmediğini bangır bangır söyleyen, insanı yerin dibine batıran şeyler yazan bazı insanlar tanıyorum çevremde, insan için en çok onlar çalışıyor, insan zorda kaldığında en önce onlar koşuyor, birisinin felaketinde en çok onlar ağlıyor. Ama ağlarken de bağırıyor: “Sevmiyorum bu insanlığı.” Çünkü insanın acılarının büyük çoğunluğu insandan geliyor. Biçimsel gerçekçi bu eleştirici dostların edebiyata insanı seveceksin sevmeyeceksin ölçütü dayatmaları, hayvan sever bir insan hayvanlar için bir şey yaptığında hayvan sevmez birinin “İnsanlar için bir şey yapmazsınız, işiniz gücünüz kedi köpek…” çıkışına benziyor. “İnsan için bir şey yapmazdın” diyenlerin çoğunluğu insan için hiçbir şey yapmıyordur, aksine insana zarar veriyordur.  Başka deyişle konu sevmekse, herkesin sevme yolu farklıdır, edebiyattaki yollar da farklıdır. Yalçın Küçük’ün bu insani hiyerarşisinin üstünde niye bu kadar duruyoruz? Çünkü bu ülkenin solcuları ve aydınları kendilerini en üst basamakta görmeye devam ediyorlar böyle alışılmış narsisistik kalıplarla. Geçmişte bir ölçüde doğruydu bu. Ama şimdi! Her şey birbirine karıştı. Cennet düşü kurmak, geleceğini çocuklarında görmek, geleceğini kendi ellerinde görmek, geleceğini sosyalizmde görmek… Birçok insanın içinde hepsi karmaşık şekilde var. Geleceğini sosyalizmde gördüğünü iddia eden insan da inançlı (dinsel anlamda), olabilir, yaşamını çocukları merkezli kurabilir vb…  Dinsel olmayan bilimdışı inançlara bağlılık konusunda klasik solcular zaten yine en önlerde… İnsanlığın güzel geleceğine inanacakmışız! İnanmadığımızda güzeli bulamaz, iyi edebiyat yapamazmışız? Hadi canım? İnsanlığın güzel geleceğine inanç tarikatı… Sovyetler çökmüşse umut bağlayacak başka şey bulunur elbet. Bu önce Kürt gerillasıydı, sonra NATO’cu paşalar olur, ondan sonra ortaya karışık umut salatası... Umut aranırsa bugün umutlanacak elbette birçok gerçek şey bulunur. Bulmaya çalışıyoruz. Geleceğe umut bunların içinde en soyut olanı. İnsanın iğrenç yönleri kadar içinde çok güçlü iyicil yönler de var. İnsan tür tür, yer damar damar. İnsanın belli türleri potansiyel olarak çok iyi. Bir de bu iyinin mücadelesini verenler var. İyi için her şeyi göze alanlar. Veya büyük şeyler göze almadan inatla iyi için gayret sarf edenler. Umut buralarda. Güzellik de evet buradan çıkar, ama soyut şeylerden değil. Bazen ve belki de çoğun, o iyi insanın “iyi” için yaptığı mücadele çok yanlış yollara sapabiliyor. Onda bir iyilik görmek zorlaşıyor. IŞİD içinde de saf “iyi” için yola çıkmış birçok insan var kuşkusuz. PKK içinde daha fazla var. Değişik ülkelerdeki sosyalist devrimlere katılanlarda çok daha yoğun var. Ama bu en yetkin sosyalist devrim örnekleri bile içinde bir yığın kötülük içerebiliyor. Bunları hep ayrıştırmak, birine karşı diğerini güçlendirmek gerekiyor. İşte sanatın, bilimin, felsefenin ve sosyalist siyasetin işi bu. Böyle bir mücadele varsa yaptığımız işlerin bir anlamı var, anlamı güçlendiği ölçüde umut da var. Estetik Hesaplaşma’da Adalet Ağaoğlu’nu ağır şekilde eleştiriyor Yalçın Hoca. Haklıdır. Adalet Ağaoğlu’na iğrenç yazıcı Kundera’ya hayranlığı üstünden yükleniyor. Adalet’in romanlarını çok severim aslında falan diyor. Oysa Ağaoğlu’nun vıcıklaşması 1984’de yayımlanan Üç Beş Kişi adlı romanıyla belirginleşiyor. Küçük’ün bunları yazmasından birkaç yıl önce. Fethi Naci daha o dönem bu kitaptaki sinsi kapitalizm övgülerini teşhir etmişti. (Fethi Naci, Yüzyılın 100 Romanı) Ve son olarak: Birkaç yerde yineliyor Yalçın Küçük: “Avrupa’da roman bitmiştir, Türkiye’de yazılır.” Ama ondan sonra siyasete bir daldı Hoca, Türkiye’de iyi roman yazılıyor mu yazılmıyor mu, hiç bakmadı. Sadece Orhan Pamuk romanları gibi popüler bazı romanların üstünde durdu, bildiğim kadarıyla iyiden örnekler vermedi. Galiba o tarihten beri Türkiye’de iyi roman yazılmadığını düşünüyor. Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi’si kadar bile iyisi yazılmadı mı Hoca? Evet, Hoca’ya göre öyledir. O ilgilenmiyorsa bir iş bittiği için ilgilenmiyordur. Nitekim son zamanlarda birkaç kez yineledi: Roman bitmiştir! 1900’lerden sonra romanın bittiğini söyleyen Yalçın Küçük, "Bugün Türkiye’de de roman yok, dünyada da roman yazılmaz. İnsan kalmamıştır. Tekelli düzenlerde insan kalmadığı için roman yazılmaz. Roman diye bütün dünyada yazılanlar savaşlardır." dedi. "Romanın bittiğini üç büyük yazarla anlıyoruz" diyen Küçük şöyle devam etti: "Bir, Kafka’dır, Dönüşüm. 1915 galiba, Kafka, geç kalmıştır onu yazmakta! Dönüşüm’ü okuyanlarınız var mı aranızda? Roman diyebilir misiniz? İki: Ondan sonra ne vardır? Ondan sonra, Cesur Yeni Dünya, Huxley! Huxley’e roman diyebilir misiniz? Dünya’nın en çok roman sayılan kitabıdır. Roman diyebilir misiniz? Roman değildir. Peki, üçüncüsü? Orwell, Hayvan Çiftliği. Bu üç yazarla, özellikle Kafka’yla ve Huxley’le birlikte dünyada roman bitmiştir. Neden? İkisi de insanı yazmaz. İkisinde de insan yoktur. Birinin kahramanı bir böcektir, öbürünün kahramanı fabrikalardır." (Oda-TV) Hıristiyan arkadaşı Yahudiyi görür görmez saldırmış, vurmaya başlamış. Yahudi “Yahu çıldırdın mı, nedir bu öfke” diye sormayı başarabilmiş. “Siz bizim peygamberimizi öldürdünüz!” “Canım, bu 2000 yıl önceydi.” “Ben yeni duydum” demiş Hıristiyan. Hoca Hoca… Madem yüz yıl önce bitmişti insan, bizi niye uğraştırıyorsun? Ne anlamı var insan bitmişse tüm bu yapılanların? Hani insanın geleceğine güvendi? Hani insana güvendi? Roman bitmişse eleştirisi de bitmiştir. İnsan bitmişse felsefesi de bitmiştir. Nerede hani diyalektik? İnsan Kafka ile bitmişse neydi o Sovyet düzeni üstüne onca yazdıklarınız? İnsan bitmişse siyaset de bitmiştir. İnsan bitmişse, buna gerçekten inanıyorsa, bir şeye gerçekten inanıyorsa konuşmasının da bir manası yoktur artık. Hani söyledikleri yine de yabana atılacak şeyler değil. Bunda bile bir doğruluk payı var. Ama bu konu özelinde bizim için soru şu? Kaç tane Yalçın Hoca var, daha kaç tane olacak? Yalçın Küçük için şimdilik son sözler: Timur Selçuk demiş, Hoca da Estetik Kalkışma kitabını onun sözleriyle bitiriyor. “Yalçın Küçük, her satırı, her sözcüğü dikkatle incelenmesi gereken parlak bir zekadır. Ona alınmak ya da kızmak yanlıştır. Deha ölçüsünde parlak bir zeka olduğu doğru bence. Neredeyse her sözünü okuduk zaten. Ama Estetik Kalkışma dışında hiçbir kitabını gönül rahatlığıyla tavsiye edemeyiz gençlere. Yalçın Küçük, bulduğu ya da sağlam dayanaklarla savunduğu şeyleri yaptığı ağır yanlışlarla itibarsızlaştıran bir düşünür. Sanki misyonu bu. Ya da daha olumlu ifade edersek, bulduğu doğruları hemen sonrasında yaptığı ağır hatalarla öksüzleştiren bir değer. Kendi kitabında Kant’tan şu alıntıyı yapmış: “Tutarlı olmak bir filozofun en büyük yükümlülüğüdür, oysa buna çok ender rastlanır.” Tüm bunların psikiyatrik bir açıklaması da var elbette. Ama birkaç kez fikir belirtmeye kalktım, “psikiyatristlikten gelen yetkesini kullanarak insanları  aşağılıyo..” gibi tepkiler aldım. Psikiyatrik tanılar koymak psikiyatrist olmayanların hakkıdır bu ülkede. Cahillikten gelen yetkeyi kullanarak insanlara şakşakçılık etmek Türkiye’de çok daha geçerli. Bir sonraki bölüm: Cengiz Gündoğdu ve “Estetik Kalkışma”sı.

Diğer Haberler