Yazarlar
Vasatın ideolojisiyle ya da popüler kültürle savaşmak aptallık mı?
- Kaan ARSLANOĞLU
- 645 Okunma
Ortak tuvaletleri temizlemek sanmıyorum ki bazılarımıza eğlenceli gelsin. Bu iş için ücretli bir eleman yoksa sıraya koymak gerekir. Ancak ne kadar sıkı nöbete koysanız da kimisi kaytaracak, kimisi üstünkörü yapacak, iş başka bazılarına kalacaktır her zaman görüldüğü gibi. Tuvalet yıkamaktan en çok hoşlananlara değil. Sorumluluk duygusu en yüksek olanlara… Ve aksi gibi pislikten en çok nefret edenlere yıkılacaktır bu görev. İnsanlar birçok karakter sınıfına ayrılır. Bazıları pisletmekte sorun görmez, bazılarıysa başkalarının pisliğini temizler.
Taylan Kara, son yazısında yine “sol” popüler kültür dergilerini eleştirirken, “bundan hoşlanmıyorum, ama yapacak başkaları çıkmadığı için iş bize kalıyor” gibisinden bir şeyler söylemişti. Tam da budur bizim bu sitede ve başka yerlerde yaptığımız… Toplumun ideolojik-kültürel-siyasi hela temizleyiciliği…
Geniş bir cepheye karşı kültürel bir savaş yürütmek bir yana sık sık kendi yazarlarımız ve okurlarımızla da kavga etmek zorunda kalıyoruz. “Savaşmak” ya da “kavga etmek” bizim gibi mücadeleden beslenen kişiler için bile eğlenceli değil. Aksine yıpratıcı. Peki niye yapıyoruz bu işi?
Sağ olsun, bize daha önce ciddi destekler vermiş, katkılar sağlamış bir yazar-okurumuz “kendini çok fazla önemsiyor” demiş. Problem bundan kaynaklanıyormuş kavgalarla ilgili olarak. Oysa hiç de vazgeçilmez değilsin, çok da farklı değilsin, gibi sözlerle bağlamış dostumuz yorumunu.
“Hiç de önemli değilsin” sözü, bizimle sorun yaşayan birçok yazar-okur-yorumcunun son hamlede başvurduğu sihirli bir silah. Müthiş yaralayıcı gücü var… hiç değil de, öyle sanıyor kimi arkadaşlar. Daha öldürücü bir son atak silahı ise “Zaten kaç kişi okuyor ki bu yazıları” mermisi… Dom dom kurşunu gibi mübarek. “Sen kendini ne sanıyorsun”un matematiğe dayanan nükleer çeşitlemesi. Başka biri “Sen mi yazar yaptın beni, ben daha önce de ne biçim çızıktırırdım, sana borcum falan yok ülen” hali…
Rakamlardan başlayalım. Tersine abartıya niye başvururlar ki? “100-200 kişinin okuduğu bu yazıları ne kadar önemsiyorsun kuzum!” Oysa bu site tık sayılarıyla oynamayan, içindeki her bir şeyi olduğu gibi rakamları da kamuya açan pek az yayın organından biridir. 100-200 kişi değildir takipçi sayısı, ama diyelim 100’dür. Ne değişecek?
Bu arkadaşların daha saygılı davranmak için önemseyecekleri alt sınır nedir? 100 bin mi mesela? Yazıları 100 bin okunan üç-beş gazete-site var bu ülkede. Olumlu yönde ne değiştirebiliyor 100 bin rakamı? Meram kötülerden birine yaranmaksa 100 bin okutursun yazını. Dert bu mu?
Dert ne o halde? Popüler kültür diye bir şey her yanı sarmış. Adı üstünde popüler ve çoğumuza hoş, çekici geliyor. Solun, “muhalefetin” de bir popüler kültürü var… Can Yücel, Hrant Dink, Aziz Nesin vb. dersin, günümüzün ne kadar az-çok sevilen solumsu ismi varsa onlardan da bukete bolca eklersin; ortaya karışık, kendine hayran, karşı tarafa lümpen bir hava… Popüler kültürden sen de nasiplenirsin yayın aleminde…
Siyasette de popüler akımlar geçerli. Her ne kadar “sol” olanları bugün hayli daralmış ise de buradaki birkaç bin kişiden epeyce fazla bir kitleye ulaşabilirsin. Hangisini kendine yakın görürsen, çok daha geniş bir hazır taban bulursun. Bilimsel veya nesnel düşünme kaygısı taşımayan, takım tutar gibi taraf seçmiş yığınla insan…
Geçmişte 160 bin tirajlı bir gazetede düzenli yazdım 11 ay. Ha 1600 ha 160 bin, cidden fazla fark etmiyor değerli okur. Yazdığınız aynı, bundan sizin istediğiniz düzeyde etkileneceklerin sayısı aynı. (Böyle şeyler eğer yatkınsanız sadece caka satmanızda bir fark yaratır, “Aa, falanca kişi filanca yerde yazıyor” diye çevrenizde daha çok önemsenirsiniz. Yoksa fikirleriniz daha fazla etkilemez). Daha başka küçüklü büyüklü teklifler de aldım… Kendimi bu kanala uygun hale getirsem başka birçok yol da açılırdı önümüzde. Hani günümüzün medya starlarına bakın, neyimiz eksikti?
Şimdi oraya geldik. Başka birkaç şeyin yanı sıra, esas olarak bir şey kesin eksikti: “Bireysel sosyal zeka”. Halen de aynı sorun devam etmekte. Bireysel-bireyci sosyal zekaya psikoloji dilinde “EQ” da deniyor. Yani emosyonel-duygusal zeka.
Zeka nasıl tek bir bütün değilse, parçalı bir yapı gösteriyorsa ve bu parçalardan biri de sosyal zeka ise, sosyal zeka da tek bir bütün değil. Bireyci sosyal zeka adını verdiğim EQ’su yüksek kişiler, kişisel ilişkilerde, toplu yaşanan ve çalışılan işlerde başarılı olan kişilerdir. Genellikle herkesle iyi geçinirler. Birileriyle kötü geçineceklerse bunu güçsüzler, dışlanmışlar arasından seçerler. Herkesle iyi geçinirler derken de kendilerine fazla yarar getirmeyecek kişilerle ilişkilerini “iyi” düzeyde tutup sorun çıkmasını olabildiğince engellerken, kendilerine yarar getirecek ilişkileri “çok iyi” düzeyde tutmayı becerirler. Duygusal olarak, öfke denetimi anlamında, planlı hareket, bir şeylere ses çıkarmak veya susma seçimlerini iyi yapmak, başarıya odaklanmak, ortalamaya uyum gösterip onlara uygun birer yıldız olma anlamında, karakter bakımından “uyumlu kişi görünmeye”, “sorun çıkarmamaya”, “yükselmeye”, “huzurlu ve mutlu olmaya” vb. daha yetenekli insanlardır.
Sosyal zekanın tek kategorisi, bireyci sosyal zeka veya EQ değildir. Sosyal zekanın yüksüz veya olumlu başka birçok çeşidi veya dışa vurumu söz konusu. Empati yeteneği, mizah duygusu, sevgi kapasitesi, saygı hissi, hoşgörü anlayışı, sıcakkanlılık, acıma duygusu, duygusal denetim, duygusal çabuk toparlanma vb…
Bir de “Toplumsal Sosyal Zeka”… İşte genel olarak insanda ve bizim toplumuzda en kıt bulunan zeka türü. İnsanların kendi başarıları, kendi huzur ve mutlulukları yönünden sosyal zekaları hiç de fena işlemiyor, hatta bazılarının zekası bu anlamda deha düzeyinde. Ama toplumu düzeltmek açısından zeka eğrisi dipsiz bir çukurda.
Öyleyse öyle, ne yapalım demeyin. Büyük çoğunluk böyle diyor zaten. İşte bütün bu popüler kültürün hoş çağrışımları, eğlencelik yönü, tüm bu popüler ideolojilerin korkunç ikna ediciliği, tüm bu popüler sağ veya sözde sol siyasi akımların afraları tafraları, etraflarına on binleri, milyonları çekiyor… Ama, sonuç? İşte yaşadığımız felaketler. Toplumsal anlamda bir başarı getirmiyor hiçbir cakalı sanat gösterisi, medya şöleni, televizyon şovu, siyasi örgütlenme, sokak direnişi vb… Neden? Çünkü ideoloji çürük, siyaset yoz, kültür kokuyor, kafa boş ve yarı dolu kafalar işte bunlarla tam boşaltılıyor… Yalan yanlış da olsa bunlarla gelecek bir “muhalif” başarıya bile razıyız. Popüler ideolojilerin tırışkalığının en büyük kanıtı: Ne kadar kötücül, yalancı, olumlu yönde başarısız siyasi akım varsa.. işte onları yaratması, onlarca sahiplenilmesidir.
Sonuç olarak ortaya, on binler toplansa temizlenmeyecek bir kültürel dışkı yığını çıkıyor. Sorumluluktan, inanın ki sorumluluktan giriyoruz içine; elden geldiğince bir bölümünü temizlemeye çalışıyoruz. İdeolojik tuvalet temizleyiciliği...
O bir dostun söylediği gibi “kendimi çok mu” önemsiyorum? Çoku bilmem, çokun ölçüsü yok. Bu işi ve kendimi önemsiyorum. Başka türlü yapılmaz. Başkası yapsa o saniye bırakırım. Başka bir yayın organı çıksa, bu bizim yaptığımız işleri bizden iyi, bizden çok yapsa, hemen onun destekçisi olurum. Geçmişte birçok şeyin destekçisi oldum. Arkada durmak, işi asıl yapanlara yardımcı konumda kalmak daha rahat ve yapıma daha uygun. Ama çıkmıyor.
Bu sitedeki yorumlara da keşke daha az bulaşsam. Başkaları kavga ederken ne kadar sakin oluyorum, yatıştırıyorum ortalığı. Başkası kavga ederken yatıştırmak görece kolaydır. Keşke burada bize olan sataşmalara, haksız suçlamalara başkaları cevap verse. Ara sıra birileri yapıyor bunu. Keşke öteki editör arkadaşlar ve genellikle suskun kalan yazar dostlar da işe karışsa, ben de “sakin insan”ı, hoşgörülü editörü iyi oynayabilsem. Hiç değilse kendilerine sorulan soruları cevaplasa, kendi sorumluluklarıyla ilgili muhatap alınabilse bazı arkadaşlar.
Bir de tuhaf bir alışkanlık. Yazısını eleştirdiğimiz (bazıları için bu bile gereksiz -yazılarını yeterince övmediğimiz) birtakım yazar dostlar yazıyı-çiziyi falan bırakıp doğrudan bize dalıyor. Ortalıkta en çok da ben göründüğüm için doğrudan bana dalıyorlar. Diyelim yazar arkadaşın yazısında övülen birinin iktidarla ilişkisini mi koydum yorum olarak aşağıya. Ben o adamı eleştirmişim, yazarı değil ki. Bunu da belirtiyorum, sözüm sana değil diyorum. Ama o yazar “dost” doğrudan bana saldırıya geçiyor: “Sen de şurada şunu yapmamış mıydın?” Konu ne çabuk editörlere geliyor! Hiç alakası yokken editörlerin kişiliği ne kadar kolay herkesin önünde tartışılıyor! Editörlere en çok sataşılan ilk iki yayından biri bu yayın. Ama tatmin olmuyor bazı arkadaşlar. İstemenin sonu yok. Onca sataşmaya, yayınlanan ve yayımlanmayan hakarete biz hep dayanıyoruz, kendileri bir yazı için dayanamıyor. Ve üstelik daha tuhafı.. bazı üçüncü kişiler bu kronik olguda biz editörleri gaddar ve sansürcü, bizleri pasta fırlatma mankenine çeviren bu kişileri mağdur görüyor. “Zayıftan yana” ve “otorite düşmanı” yorumlarla siteyi yönetenlerin çirkin baskılarını, sansürleri, “kovmaları” kınıyorlar.
Yani onca emeğe, günde ortalama dört beş saatlik mesaiye, cepten paralara karşın, keyfi geldikçe burası aklına gelen, eşref saati gelince bir yazı gönderip gelecek alkışları beklemeye koyulan bu dostlar bizim korkunç despotluğumuz karşısında hep masum, hep mağdur düşüyorlar!.. Biz “kovuyoruz” çünkü. Oysa kimseyi kovmuyoruz. Baştan belki on kere, bazılarını kırk kere uyarıyoruz: “Bak bindiğin dalı kesiyorsun, düşeceksin!” Bağıra çağıra kesmeyi sürdürüyorlar. Ona buna hakaret edip, site “otoritesine” meydan okuyup, editörle bağlarını cesurca kesiyorlar. Sonra düşüyorlar. Düşünce daha çok küfrediyorlar. “Zaten kimsenin okumadığı, bir işe yaramayan bir sitede, yazsam ne olacak, yazmasam ne olacak?” diyor neredeyse hepsi. Madem böyle, yazma o zaman diyoruz.
Bizim için kalite, okur sayısından çok daha önemli. Yazıların ve tartışmaların ne kadar emeğe dayandığı, ne kadar özgünlük içerdiği önemli. Belli bir niteliğe ulaşsak 100 adet düzenli okura bayram ederiz. Ondan sonra on binlere, yüz binlere ulaşsak elbette ne ala.
İdeolojik anlamda hiç hazzetmediğimiz ne kadar düşünce varsa savunuldu bu sitede; kırmızı çizgimiz falan hiç olmadı, her renk boyayla suratımızı her yönden sıvadı sağ olsun birçok dost. En hamasisinden Kemalizm, en uzlaşmazından Türkçülük, en sinsisinden Kürtçülük, en çıldırtanından sözde bilimsel tıpçılık, en vasatından sanat sevicilik, en ısrarcısından Lacancılık… Bir iki üç değil, onlarca yazıyla, yüzlerce yorumla resmi geçit yaptı.
Düşündük ki, bu düşünceler madem toplumda bunaltacak kadar bolca var, bizim arkadaşlarımız – dostlarımız da içlerindekini döksün, tartışalım, sağlıklı şekilde yorumlaştıkça herkes safını daha bilinçli seçsin. Böyle bir tartışmayı kaldıran çıktı, güzel şeyler paylaşmış olduk, kaldıramayan çıktı. Kaldıramayanlar doğrudan editörlere saldırmayı seçtiler. Bu tartışmalarda olayı ilk kişiselleştiren, kişiliğe saldıran biz olmadık hiç. Birkaç istisna dışında cevaben de pek fazla kişiselleştirmedik. Merak edenler yorum silsilelerini okurlar, kendileri karar verirler. O birkaç istisnadan birinde bir eski arkadaş beni buna alenen zorlamıştı. O kişiyle, çok gariptir, yaşamın neredeyse hiçbir alanında benzer düşünmüyorduk. 10 temel alan varsa.. tartışmalara konu olan 10 temel alan… Tekinde bile fikirlerimiz uyuşmuyordu. Bu kadar mı olur? Evet, oluyor işte. Ama o arkadaşın burada belki 150 sayfa yazısını yayımladık. Zerre kadar anlamamıştı derdimizi, davamızı, bir araba hakaret etmişti amaçlarımıza. Lakin bağıra çağıra giderken o mağdurdu, bizse “kovucu otorite”. Bazıları keşke gitmeseydi, zenginlik katıyordu, falan dediler…
Elbette yorum onayları sırasında birçok hata yaptık. Ben şahsen daha sakin kafayla etmeyeceğim birçok sözü etmiş bulundum tartışmalar sırasında. Bunlar hataydı. Ama öte yandan da açıklığımızdı. Böyle bir dürüstlük ve açıklık olmazsa, hatasıyla, öfkesiyle, yanlış anlamasıyla, herkesi önemsemek ve herkese hızla cevap verme sorumluluğu göstermek gibi kötü ve iyi yanlarıyla böyle bir kişilik olmazsa… böyle bir emosyonel tablo olmaz. Bu emosyonel tablo olmazsa böyle bir kişilik de olmaz. Böyle bir kişilik olmaz ise böyle bir yayın da çıkmaz. Tabii ki daha az hata yapmak güzel şey, ama daha az hata yapacağım derken “EQ”yu yükseltmek, yani vasat toplumun star yaratan başarı anlayışına kaymak da olmaz. Böyle davrananlar çok, vasatın starları sağda ve solda bol. Onların yazdığı duygusal üstün denetimli, “hatasız” yayın organları mevcut şükür ki. Onlar üstelik on bin, elli bin okur sayılarına da ulaşıyorlar. Onları okumayın, oralara yazmayın dedik mi hiç!
Tüm bu tartışmalar sırasında yine sansürcülüğümüzden, öfkeliliğimizden yakınan bir yazar-yorumcumuz zihin açsın diye bir bağlantı vermiş: Freudcu, Zizekci bir çözümleme J Her şey şaka gibi. Karşılaştığımız her kişiyle ve dahası daha önce yüzlerce kez karşılaştığımız her kişiyle her yeni durumda sil baştan! Olumlu tarafından bakarsak bayağı eğlenceli bir hayat J
SONUÇ: Vasatın ideolojisini, popüler kültürü üstümüze yağdıran binlerce odak çevremizde. Arınmış bir ada kuralım diyoruz, derdimizi burada bile iyi anlatamıyoruz. Buraya da aynı anlayışları sokuyorlar. Üstüne üstlük burada da egemen olmak istiyor vasat ideoloji. Kurtuluş yok. Hiç değilse aptalca bulsalar da ütopyamıza, gerçeğe saygı tutkumuza azıcık saygı gösterseler. Bunun için yüzlerce dostla, binlerce arkadaşla köprüleri atmışız, kendimizi taammüden tecrit ettirmişiz. Niye? Bunu niye yapmışız? Anlamak için biraz çaba! O da olmayacak. Bunu anlayan ve gereğini yerine getiren 100 kişi ülkeyi değiştirir. Hayal işte… Gerçeğe tutku… Zerresi yok birçok arkadaşta. Bunun ne anlama geldiğinin bile farkında değiller. Gerçeğe saygı yoksa bir kişide-yazarda, 3 konuda aynı düşünsek bu tamamen rastlantıdandır. 7 konuda ayrılacağımız, ilk krizde kapışacağımız kesindir. Bunu bildiğimiz halde zorluyoruz, çabalıyoruz. İnsan BU… Gidebileceği yere kadar!
insanbu.com