Yazarlar

Kedi Anaları

post-img
Kedi Anaları arkadaşım Gülümser Heper’in öykü kitabının adı. Bu yılın Şubat’ında basıldı. Heper’in öykülerini soLkültür’ü çıkardığımız günlerde tanımıştım. Birkaçını yayımlamıştık orada. İyi öykülerdi. Ancak bu kitapla ve dikkatli bir okumayla öykücülüğü hakkında daha oturmuş bir fikre vardım. Edebiyat dünyamıza yeni katılan Gülümser Heper yetenekli bir öykücü; hikayeleri, özellikle bazıları çok sağlam hikayeler.   Heper, bu kitabında daha çok kadın sorunlarını, itilmiş kakılmış horlanmış kadınların sorunlarını ele alıyor. Fakat bu bir kadın edebiyatı değil. Başka birçok şey de var. Çocukluğunun geçtiği yerlerden, küçük kızlığından bahsettiği öyküleri de gerçekten etkileyici. Sivas… Bezirci, Ali Baba mahalleleri… Benim çocukluğumun da bir bölümünün geçtiği, çok bildik mekanlar, insanlar… O dönem sık sık gittiğimiz Yalçın Sineması’nın, öyküyü okuyuncaya dek tanımadığım sahibi karşıma çıkıyor birden. Böyle hoş sürprizler. O öykünün adı Zabel Teyze. Müthiş bir hikaye. Haldun Çubukçu’nun Allahın Adamı adlı bir biyografik romanı vardır. Muazzam bir eserdir, o da aynı semtlerde geçer. Yakın arayla böyle güzel iki yapıtın aynı dönemden, aynı mahallelerden söz etmesi ilginç bir rastlantı.   Fakat kendi çocukluğumdan tanıdık temaların yer alması dolayısıyla beğendiğimi hiç sanmıyorum Heper’in öykülerini. Yüksek bir gözlem gücü; üstün ve doğru bakışlı bir insani duyarlılık; derinlikli zengin bir anlatımla birleşmiş başka birçok öyküsünde de. Düşmüş kadınlar, emekçi kadınlar, Aleviler, Ermeniler, yoksul ve ezilmiş insanların dramları… Fatma Nine, Aliye ile Pakize, İşçi Çocuğu, Zeynep’i Sufiler Götürdü, Aklın Sınırında, Arnavut Rıza’nın Meyhanesi, Haydar; ötekilere haksızlık etmeyeyim, en beğendiklerim. Özellikle son ikisine dikkat… Ölünün gözlerini yaşartırlar. Heper’de öykü kurma duygusu var.   Heper’in en belirgin kusuru, bazen, özellikle kitabın sonlarına doğru sıradan dil hatalarına, basitliklerine düşmesi. Zengin ve derin bir anlatımla, basit dil hataları bir arada bulunabilir mi? Klasik bakışlı eleştirmenlerimiz bunu reddedecektir, ama bulunuyor işte. Burada editör kusuru da var elbette. Bilemeyiz, belki bir şeyleri düzeltmiştir o da. İyi bir editörün beş altı saate sığdırılabilecek dikkatli okumasıyla tüm o kusurlar giderilebilirdi. Ne var ki, asıl sorumluluk yine de yazardadır. Bir eseri okuyucuya sunma dakikasından başlayarak yazarlar, kaç kişi olursa olsun o günkü ve gelecekteki tüm okurlarına karşı ve edebiyata karşı ciddi bir sorumluluk yüklenmişlerdir ve çok daha titiz olmak, bu işe çok daha fazla emek vermek zorundadırlar.   Poe’nun Kuzgunu Taylan Kara’nın 2008’de çıkmış ikinci edebiyat yapıtı bu adı taşıyor. Kısa bir roman. Son yıllarda bu denli zekice kurgulanmış bir roman okumadım. İlk insandan bugüne temel insanlık sorunlarını, en azından bunlardan birkaçını gotik bir gerilim atmosferinde geçen güçlü bir öyküyle, etkileyici bir biçemle işliyor. Kara’nın dili çok iyi ve neredeyse hatasız.   Ondan hemen önce de Kara’nın ilk yayımlanan romanı Cölanj’ı okumuştum. Onu da çok beğenmiştim. Ne ki oradaki bakışı fazlasıyla karamsardı. O yüzden birçok “normal okur”un, Cölanj’ı, onca sağlamlığına karşın beğenmeyeceğini düşünmekteyim. Cölanj’da, Kara, basit ve tekdüze denebilecek bir hikayeyle insanlığı eleştiriyor. Başka deyişle insanlığı itin g.ne sokup sokup çıkarıyor. İnsanlık için bir şey demem de, zavallı köpeğe neden bunu yapıyor, anlayamıyorum. Şaka bir yana insanlık bunca aşağılanmayı hak ediyor mu? Bence fazlasını da hak ediyor. Fakat bir edebiyat yapıtında yazarın yorum hakkını bu derece nihilizmden yana kullanması sorun yaratır. Ne sorun yaratır? Emin değilim. En azından tepki çeker ve birçok okurun böyle güzel bir esere uzak durmasına yol açar. Bu çok mu önemli? Okur denen kişiler her kimseler, tamamen nesnel bakışlı yapıtlara pek mi yakın duruyorlar?   Cölanj da kısa bir roman. Her iki eser de bir başyapıt mı diye kendime soruyorum. O soruda kalıyorum, henüz cevabını veremiyorum.   Örneğin Cölanj özenle üretilmiş, usta işi bir turşu gibi. Sağlığa yararlı mı, yararlı; lezzetli mi, pek lezzetli. Fakat tek başına karın doyurmaz sanki, fazlaca da yenemez.* Taylan için de başkaları için sorduğumuz soruyu sorabiliriz: Bunlar yeterince özgün mü? Bir sanat eserini sanat eseri yapan ölçütlerin ilk maddesidir özgünlük. Yani o eser yepyeni olacak. Temasıyla, içeriğiyle veya tarzıyla, bir şeyiyle. Bu anlamda gerek Poe’nun Kuzgunu’nda ve gerekse Cölanj’da ele alınan sorunlar ve bakış açısı fazla özgün sayılmaz. Zaten tüm sanatlar eskidi, ne yapsan, ne kadar özgün buluşlar yaratsan tam özgünlük sağlanamıyor, bu hepimizin sorunu. Fakat Kara’nın şöyle bir özgün yanı var; Poe’nun Kuzgunu’ndaki mükemmel kurgu zaten özgün, o bir yana, Cölanj da basit bir hikayeye oturtulmuş gayet oturaklı elli-altmış denemeden oluşuyor. Ve her deneme gayet baba birçok aforizma içeriyor. Özgün aforizmalar. Cölanj bir nihilizm senfonisi. Yine de içimden bir ses, bu düzeyde olumsuz bakışın gerçekçi olmadığını ve gerçekçi olmayanın, edebiyatı bir şekilde bir yerinden yaraladığını söylüyor.   Taylan Kara’yı ilk kez bir deneme kitabı olan “Böyle de Buyurabilirdi Zerdüşt”le tanımıştım. Orada da yine bir karamsarlık bilgeliği vardı, çok zekice yüzlerce saptamanın, pek yaratıcı bir dille şiirsel gösterisi… Olumlu bir yazı yazdım hakkında soLkültür’de. Bir sürü eleştiri geldi. Keskin “sol” eleştiriler. Bu umutsuzluğun neresini beğenmişmişim. İnsanı sevmek lazımmış, hem de ayrım gözetmeden, Nâzım gibi bütününü sevmek lazımmış insanlığın. Buna inanıp sosyalist mücadele yürüten bir avuç insana sonsuz saygı duyarım da, böyle hamasi laflar edenlerin sahte sol duyarlılıklarına hiçbir sempatim yoktur. Çünkü bilirim öylelerinin yaşamlarını, gündelik uğraşlarını, sol derler, insanı sevmek, bilmem ne derler, ayrım gözetmeden sol veya sağ kendi organlarından başka bir şeyle ilgilenmezler. Başka türlü olsa sol bu hale gelir miydi!   Size iki yazar tanıttım. Birinin kitabı ta Şubat’ta çıkmış, öbürününki tam dört yıl önce. Haklarında bir şey duydunuz mu? Birileri yazdı mı, televizyonlarda gördünüz mü? Sanmıyorum. Toplum olarak, insanlık olarak ilgisiziz, emeğe saygımız yok, güzeli arayışımız yok. Ve sanılıyor ki, bir kıymet bilinmeyince olan o kıymete oluyor. O kıymetlerin çoğunun pek de umurunda değildir bu oysa. Olan toplumlara, insanlığa oluyor. Boktan şeylere zaman ve değer veren toplumlar tam anlamıyla boktan toplumlar haline geliyor. Bu durumu pek yakında Nihat Genç’in öyküleri üstünden yeniden işlemek niyetindeyim.   Yoksa asıl gerçek Taylan Kara’nın anlattığı gibi mi? Gerçekçi olan o mu?   Ha, şunu unuttum. Gülümser Heper bir hekim ve geçenlerde yayımladığımız “Tıp Bu Değil” adlı kitabımızın yazarlarından biri. Daha önceden gıyaben tanıdığım Taylan Kara’nın da bir hekim olduğunu aynı kitap vesilesiyle öğrendim. O da “Tıp Bu Değil-2”nin yazarlarından olacak. Tıp Bu Değil’de böyle ve ilaveten sürpriz çok kuvvetli edebiyatçılarımız, yazarlarımız yer alacak.

Diğer Haberler