Öneri şu: Sosyalist partiler bünyelerinde Müslüman kanat örgütlenmelere gitmeli.
Gezi Kalkışması eski-yeni soruları depreştirdi:
Halk hareketinde örgüt ve önderlik gerekli midir?
Gezi’de yoksul katılımı az mıydı, çok muydu? Halk hareketinde yoksul katılımı sosyalistler açısından gerekli midir değil midir?
Halk hareketinin bu örgütsel ve sınıfsal yapısından ne çıkardı, ne çıkar? Ayağa kalkmış yığınları nasıl ve kim örgütler?
Sosyalistlerin büyük olayları yönlendirmede zayıf kalması kader midir?
Birinci sorudan başlayalım. Büyük ölçüde Tayyip Erdoğan’ın “devrimci!” kışkırtmaları sonucu oluşmuş öfkeyle başlayan kalkışma, hakkı teslim edilir gücü ve güzelliğinin ötesinde övgüler toplamaya başladı. Örgütsüz ve öndersiz bir halk hareketi, iktidarı yıkma anlamında başarıya ulaşsa da, kurulacak yeni iktidar ne kadar hayırlıdır? Kaldı ki, hareketin öyle bir gücü bulunmuyordu. İlerisi neler gösterir kimse bilemez. Kafalarda bir anarşizm patlaması görüyoruz. Bu iyi bir şeydir eskisine göre, ama çok iyi bir şey değildir. Sonuçsuzluk… Hareketin bazı belirgin kazanımları zafer gibi abartılmakta.
İkinci soru: Tüm ülkedeki direnişlere elbette çok sayıda yoksul veya dar gelirli yurttaş katıldı. Ama ağırlığı onlar oluşturmuyordu. Buna bir orta sınıf kalkışması diyenler haklıydı. Varlıklı kesimden insanlar da az değildi. Peki, yoksul katılımının sınırlılığı sosyalistler açısından bir zaaf mıdır?
Hayır, zaaf değildir, buna gerek de yoktur diyenler var. Bazıları ise evet eksikliktir, demekte, fakat bunu fazla önemsememekte. “Evet, eksikliktir ve niye böyledir?” diye sorup ivedi çözüm arayacak olanlarsa en küçük grubu oluşturmakta. Bu grubun en küçük kalmakta devam edeceğini gösterir alametler kuvvetli bulunmakta.
Marksizm revaçta, Marksist çözümlemeler buzlukta
Tüm bu soruları Marksistlerin yanıtlaması gerekmez mi? Yok! Siyasette Marksizmin izlerini nadir görürüz. Ortalık karıştığı zamansa tümden unutulmuş gibi davranılır Marksizm. Ta ki soldan birileri “Bu Marksizm pek devrimci değil” diyesiye kadar. O zaman birden Marksist kesilir solcu milleti. Veya bir şeyleri tam yerine oturtmak için “Ollman” denilir, Zizek’ten alıntı yapılır. Birtakım rantiye teorisyenlerin yazıp söyledikleri dünyanın ve insanın gerçeğine uyuyormuş uymuyormuş, şarkı gibi dinlenir, irdelenmez, sorgulanmaz.
Evet, yoksul kesimlerin hareketlenmesini veya örgütlenmesini beklemek gereksiz midir? Dikkati harekete geçenlere mi yoğunlaştırmalıyız, bir şekilde zaten solcu olanlara… Bunların sınıfsal, sosyolojik, psikolojik karakterleri nelerdir? Örneğin gençler çoğunluk sokaklarda. Her kesimden genç… Örgütlüsü, örgütsüzü… Çoğu örgütsüz. Birçoğu fazlasıyla kendi başına buyruk, özgürlüğüne düşkün, laf söylemeye meraklı ve hatta önemli bölümü lümpen eğilimli. Tüketim düşkünü, popüler kültür hayranı. Onları örgütlemeye hevesli sol siyasi örgütlerse fazlasıyla hiyerarşik yapılanmalı, kendi içinde aykırı fikre tahammülsüz, katı ve hatta kaba insan ilişkilerine alışmış oluşumlar. Bir orta yolda birleşme sağlanabilecek mi? Keşke.
Sosyalist devrim orta sınıfın daha da yoksullaşmasına mı, yoksa yoksulların patlayışına mı dayanacak ağırlıklı olarak? Sosyalist partilerin neredeyse tamamı (bazı illegal yapılanmalar dışında) çok sayıda yoksul üye ve taraftara sahip değiller. Bunun da ötesinde yoksullara çalışmak siyasi ve felsefi anlamda önemsenmiyor. Buradan, en azından sosyalistlerimizin bekledikleri devrimin orta kesimin yoksullaşmasına dayanacağı çıkarımı yapılabilir. Bu yol doğru mudur?
Sosyalist Örgütlerin İyi ve Kötü Yanları
Sosyalist mücadeleyi, sol siyasi mücadeleyi iki boyutta ele alabiliriz. Birincisi, kriz zamanlarına hazırlık yapmak esaslı hızlı örgütlenmecilik, kriz örgütlenmeciliği, kriz siyasi mücadeleciliği. İkincisi de sebatlı, sabırlı, yavaş ve kararlı taban iknası, örgütlemesi, eğitimi. Biri olmadan öbürünün işlevsiz kalacağını her aklı başında sol siyasi lider kabul etmekte. Ama pratikte ikincisi hep feda edilmekte.
Gezi Krizi gibi zamanlarda sosyalist örgütlerin olağanüstü işler yaptığını, güçleri üstünde başarım gösterdiklerini, bizim gibi insanların gözlerini yaşartacak güzellikler sergilediklerini görüyoruz. Gururlanmamak, hayran kalmamak elde değil. Zor bir işi başarıyorlar. Ne var ki 80 yıldır aynı vahlanmayla bitiyor süreç: “Ah, biraz daha güçlü olacaktık ki, görecektiniz o zaman sonucu.” Şu var ki, o “biraz daha” güç bir türlü sağlanamıyor. Sebep belli: Sebatlı, kararlı örgütlenmenin sürekli biçimde acil siyasete kurban edilmesi. İkincisi kolay görünür, daha zordur. Sonuç: Durmadan “halk”tan bahsedenlerin hiçbir zaman halka kendini kabul ettirememesi.
Yoksullar meselesine dönersek, olay asgari ücretlilerle veya çok yoksullarla sınırlı değil. Gezi olayına katılmak ve katılmamakla sınırlı da değil. Biz Gezi’de ayağa kalkan veya kalkmayan yığınlara nasıl yaklaşacağız?
Sol örgütler örgütlenmemiş yığınlara sanki onları örgütlemek için değil örgütlememek için yaklaşıyor. Toplumlarda her koşulda sosyalist olacak yüzde bir kadar bir azınlık vardır zaten. Bizim sosyalist partilerimiz becerilerini o potansiyeli paylaşmakta kullanırlar, daha ötesine geçemezler, “normal insan” için bir programları yoktur. Bir yenilik, yaratıcılık yoktur toplamda değişiklik yaratacak. O yönde her fikir serpilmeden bastırılır. Sorun ideolojik planda başlar.
Sınıfsal yapı da engel oluyor buna. Marksizmin en güçlü olduğu nokta sınıf çözümlemeleridir. Gelin biz kullanalım onu, Ortodoks Marksizme sahip çıkanlar yine isteksiz. Sosyalist yapılarımız küçük burjuva, beyaz veya mavi yakalı emekçi, aydın, öğrenci üye ve dostlara oturuyor. Yoksul kesimlere çalışma ağırlıklı yaklaşımlara söz konusu kesimler heves göstermediği gibi ciddi bir direnç gösteriyor. Yani olay doğrudan sınıfsal. “Tıp Bu Değil” kitabımıza yönelik anlaşılmaz reddiye doğrudan bu sınıfsal ruh halinden kaynaklı. TTB’den ve DKG’den birçok dostumuzun Gezi’de duygulandıran fedakarlık örnekleri vermeleri üzücü gerçeği değiştirmiyor. Solcularımız sınıfsal çıkarlarında hassaslar.
Kalkışmanın üretim ayağı denendi, sonuç yine fiyasko. Üretimde gücü yok çünkü sosyalistlerin. İşçiler harekette yok. Çalışanlar da sokağa çıkmak için mesainin bitmesini bekliyor. Yok mu bunun Marksist bir yorumu? Yoksullara, işçilere, sıradan vatandaşa, hatta ayağa kalkmış bağımsız solcuya örgütsel bilinç vermek çok zor. Bu zorluk dönüyor, “biz bize yeteriz” psikolojisine evriliyor. Hazırda kim varsa onunla yetinme, bakışı ona göre ayarlama. Çünkü acilen acil solculuk yapmak gerekiyor. Mevcut solcular içinde en güçlüsü olabilme gereği…
Kürtçülük de otuz yıl böyle egemenlik kurdu sosyalist harekete. Otuz yıllık zaman kaybı. Otuz yılın çöpe atılması. Kürtçülükle tek bir sıradan işçi örgütlemek mümkün değildi Batı’da, yine değil. Şimdilerde hayat bu sorunu bir nebze hafifletti. Niyet sıradan emekçiyi ikna etmek olmayınca Kürtçülükten vazgeçilmeyecekti. Kendiliğinden, karakteri gereği solculaşmış bir avuç emekçi sosyalistler için yeterdi. Onlarla birtakım “kitle” örgütleri ayakta kalabilir, “sol temsil” sağlanabilirdi. Onun tersi, Kürt düşmanlığıyla da tek bir Kürt işçi örgütlenemezdi. Maksat yoksullarla temas olmayınca hali hazırdaki sol güçler, kim varsa yeterdi. Bir kesim de devlet bürokrasisinin ve generallerin peşine takıldı. Her iki kanatta yoksullarla, emekçilerle birleşmenin zorluğu, bıkkınlığı, o bıkkınlık görece varlıklı kesimi, aydınları esas almayı, bu da işçilerden tümden uzaklaştıracak anlayışları, bakışları getirdi. Kısır döngü.
Marksizmin ütopik yönü, hayalci insan ve toplum kavrayışı herkesin hoşuna gidiyor -hayli idealist bir kavrayıştır bu-, çokları Marksist orada. Sınıfsal duruşa gelince neredeyse herkes yan çiziyor. Oysa Marksizmin en çok sahiplenilecek tarafı.
“Normal” emekçiyi örgütlemek gibi bir derdin yoksa Müslüman mahallesinde salyangoz satarsın, alan alır almayandan sana ne!
Geldik İslam bahsine. Türkiye sosyalistlerinin İslam kavrayışı şematik ithal klişelere dayanıyor. Oysa kendi iç dinamiğiyle sosyalist devrim yapmış tek ülke, küçük ve koşulları çok ayrıksı Arnavutluk’tur. Başka bir örnek de bulunmuyor.
Türkiye’de İslam’a karşı bu tavırla sosyalist devrim mümkün mü? Hayatta her şey olasıdır. Böyle bir şans da var elbette, yüzde bir falan… Fakat niye mücadeleye hep 3-0 yenik başlayalım? Mecbur muyuz? Buna bizi kim mecbur bırakıyor? Kendimiz!
Yarı sosyalist devrimlerin yapıldığı Arap ülkeleri bize örnek teşkil etmez. Sovyet desteğiyle kurulmuş askeri rejimlerdir. Kaldı ki İslam’ı benimsemiş ve kullanmış rejimlerdir. Bize bir ölçüde Sovyetler’deki Müslüman toplumların sosyalistleşmesi örnek teşkil edebilir. Buralarda da Kızıl Ordu’nun müdahalesi söz konusudur. Fakat bu süreçte Bolşevik Parti bünyesinde adı “Müslüman”la başlayan bir dizi sosyalist örgüt kurulmuştur. Müslüman Kızıl Ordu gibi… Hiç mi bakmayız tarihe?
Türkiye’de laik anlayışta bir İslam’ı savunmak ve uygulamak için güçlü bir gelenek bulunmaktadır. Hanefi mezhebi bu anlamda önemli bir olanak sunuyor, başta kurucusu İmamı Azam Ebu Hanefi’nin kişiliği ve mücadelesi olmak üzere. Keza Anadolu Aleviliği buna yardımcı önemli bir etmendir.
Gerçekten İslam’a inanmış sosyalist emekçilerin bir sosyalist partide kanat oluşturacak ölçüde çoğalması tüm dengeleri değiştirebilir. Denecektir ki, CHP zaten çoğunluğu Sünni ve Alevi inanmış insanlardan oluşuyor ve onların çabası bir değişiklik yapmıyor. Ama CHP yoksul hareketi, emekçi hareketi değil ki, o hep varlıklıların partisi olmuştur. Fark yaratacak olan yoksullar içinde çalışan bir sosyalist hareketin dine karşı olmadığını somut olarak gösterebilmekte. Hiçbir sakıncası bulunmayan, fakat elbette örgütlenmesi zor, ancak yapıldığında büyük fayda getirecek (tabii saldırılara maruz kalmak gibi ciddi bir risk de getirecek) bu öneriye elbette ithal kuramsal kalıplarla düşünenlerden bir yığın itiraz gelecektir. Hatta aydın küçük burjuvazinin tüyleri diken diken olacaktır sınıfsal refleksle. Dinsel baskının dayanılmaz arttığı, her şeyin dinselleştiği böyle bir dönemde sırası mıdır böyle bir önerinin? Tam da sırasıdır. Hatta ivedilikle! Müslüman kanat laikçi bir sosyalist örgütlenme tüm bu gerici dinselleşmenin hızlı ve kesin etkili panzehiridir. Riski göze alan çıkarsa.
Bu devrimin köpüğüydü: Kokusu, rengi benziyordu, fakat gelecekse devrim, hayli farklı çağlamalı. Şimdi her sol yazar “halk sosyalistlere ders verdi” diye başlayıp, kendi eprimiş notlarını önerecek başkalarına. Onlardan değilim, maksadımız fırsattan istifade “öğretmek” gibi algılanmamalı. Öğretmek ve öğrenmekten bahsedeceksek Türkiye sosyalist hareketinin geçmişten bugüne mücadelesi ve varlığı bize çok şey öğretti. Bugün bunları yazabiliyorsak da başta son Gezi direnişi olmak üzere sosyalist partilerin onca yıllık çabalarına borçluyuz bunu. Umutlanmak için bazı nedenler eskisinden daha belirgin şimdi. Sosyalist hareket en başta hayattan bir şeyler öğreniyor, öğrenmeye devam edecek. Dileğimiz ve çabamız çıplak gerçeği daha hızlı kavraması içindir. O yönde, birinden daha fazla olmak üzere bazı sosyalist yapılanmalardan ümitli beklentilerim devam etmekte. Öyle ya da böyle, biz buyuz, bu kadarız. Karşılıklı desteğimiz, dayanışmamız sürmeli. Ama artık biraz daha akıl, birazcık gerçek bilim, daha az bıktırmış nakarat.