Yazarlar

Bir 'ana'ya kıyan devlet...

post-img
Bu yazıya nasıl başlamalı,  nereden başlamalı, bu yazı nasıl yazılır bilemedim. Bu yazı benim için yaşamımın en zor yazısı.Yazmak için günlerdir bilgisayarın başına oturamıyorum. Kendimde değilim. Kendimi toparlamakta çok zorlanıyorum.Özel bir konuyu yazmak,okuru ne kadar ilgilendiririr onu da bilemiyorum.Belki benim yanlışlarım,benim eksikliklerim öğretici olabilir."Buna kendimle,yaşamla hesaplaşma" yazısı da denebilir. Biri kız 5 kardeşmişiz biz. Yokluktan,yoksulluktan, açlıktan birimiz ölmüş, kalmışız biri kız 4 kardeş.Anamla babam, yufka yapacak un bile bulamadıkları için köyü terk etmişler. Babam, bir yıllığı 45 liraya bir köyde çoban olmuş, biraz da buğday karşığı. Gurbette 3 yaşındaki kardeşim ölmüş, ben doğmuşum. Onun adını ve kimliğini bana vermişler.  Beni de kaybetmek korkusuya köye geri dönmüşler. Babam ben 4-5 yaşlarındayken gurbette ölmüş. Nerede öldüğü, mezarı da belli değil. Sanırım 35-40'lı yaşlarda olmalı. Babamdan kalan tek kare resimi bile yok. Bir ayağı özürlü olan (bununuda apayrı bir öyküsü var) anam 4 çocuğuyla tek başına kalmış.Ne tarla var, ne tokat. O günkü koşullarda bırakın maaşı geliri, tek bir keçisi koyunu bile yok. 1950'li, 60lı yıllardan söz ediyorum. Sokakta oynarken acıktığımda, anam elime dürülmüş bir yufka ile taze soğan tutuştururdu, ayakta ayakkabı falan yok Yazdıklarım ve yazacaklarım, "Bana acınsın, üzülünsün, ah ah ,vah vah" densin diye değil, Türkiye gerceğinden bir kesit sunmak için  Türkiye'de benzer koşulların bugün de yaşandığını görmeliyiz ve bilmeliyiz. Bu koşullarda bugünlere gelebildiğim için anam ve  ailemle gurur duyuyorum..   ***  ***  *** .İlkokul, orta okul derken lise üçüncülükle bitti. Ailenin okuyan tek ferdi olarak BİTİA'dan (Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi) mezun olduk. Beni okutabilmek için tüm aile fertleri seferber olmuştu.1978-79 yıllarında Bursa SSK Bölge Müdürlüğü'nde memur olduk. Memurlukta 12 Eylül döneminde askerliğimin ardından son buldu. Anam ve kardeşlerim için benim memur olmam, vali, kaymakam olmam kadar önemliydi. Anam ve kız kardeşimi, mutlu olsunlar, emeklerinin boşa gitmedğini görsünler diye Bursa'ya getirdim ve Altıparmak'ta bir aparmanın altıncı katteki daireye yerleştirdim. Daha 60'lı yaşlardayken, uzun yolculuğa çok zor dayanmıştı.Bir daha Bursa'ya getirmeye cesaret edemedim. Sabah kahvaltısında fırından çıkmış sıcak ekmekleri gören anamın, " Amad olum, insan bu ekmekleri bulduktan sonra hiç gatık ararmı" demesini unutamam.. Tüm yaşamı boyunca sıradan bir lokatada, yediği yemek sayısı üç beşi geçmemişti. Bir lokantaya götürüp, ne yiyeceğini sorduğumda,  "Ben ne olsa yerim" demişti. Yaşamında yemek seçme lüksü hiç olmamıştı ki.  Bizim sabahları masalarda yaptığımız kahvaltıyı o hiç yapmamıştı. Daha benim doğmadığım günlerde insanlar arpa-buğday bulamadığı için daşlıca armudu ' yabani armut)  toplar un haline getirir, yufka yaparlarmış.  Bu yazdıklarımın içeriğini yazımı okuyanların ve de şimdiki kuşakların anlaması çok zor. Ve anam iki ay içinde, altıncı katta dört duvar arasında kalmaktan bunaldı ve "Amad olum, ben burda sıkıldım, beni köyüme götür" dedi. Ardından askerlik ve 12 Eylül dönemi. Tabiii işimizi de kaybettik. Bu işsizlik dönemi tam 5 yıl sürdü.  O günlerde anam  gönderdiği  mektupta, " Amad olum, jandarma her gün eve gelip seni soruyor, sakın köye gelme" diyordu. Ve ben 9 sene hiç köyüme uğramadım. Son 25 yılda her sene eylül ayında yıllık iznimi kullanırken 3-5 gün kaldım köyde ailemin yanında.   **  **  ** Evden uzakta tek evladı ben olduğum için hep beni özlerdi. O bana doyamadı, ben de ona. Bir gün, "Sağ gözüm seyridiğinde, galiba Amadım gelecek, dedim, sen de çıktın geldin" demişti... Ve yine bir gün, bayramlarda yanında olmadığıma çok içerlemiş, " Bayramda herkesin çoluğu çocuğu geliyo. Ben kapılara bakıp duruyorum Amadım gelecek mi diye. Gavurmusun, bir bayramda çık da gelive" demişti. Öyle içime oturdu ki, yaşadığım sürece unutmayacağım. Çocuklarının, torunlarının okumasını çok isterdi. Anne babaları ilgilenmese bile, torunlarının elinden tutar, okula yazdırırdı. Bir de çocuklarının, torunlarının evlenmesini çok isterdi. Geline, toruna doymak bilmezdi. Onu en fazla üzen de benim evlenmemiş olmamdı. Gözlerinin biri uzun süre önce kapanmış, katarak ameliyatı geçiren  diğer gözü de, ancak ihtiyacanı görecek kadar görüyor, renkleri falan ayıramıyordu. Kulakları da çok çok az duyuyordu. Son yıllarda, çocuklarını, torunlarını birbirine karıştırıyor,  zaman zaman seslerinden tanıyabiliyordu. Son yıllarda taınıdık bir kadını, ya da bayan arkadaşımı gelini olarak tanıtıyorduk, sarılıp sarılıp öpüyor, çok mutlu oluyordu. O kadar saf ve temiz yürekliydi ki;  insanların kötü olabileceğine, kötülük yapabileceğine bir türlü akıl erdiremiyordu. 3-5 defa yemek de yeseniz, onun sofrasında yemek yemezseniz alınırdı, kırılırdı. Sırtını okşayın herşeyini alabilirdiriz.   ***  ***  ***   Ortaokul lise yıllarımda,  kitaplarda yazmayan, ya da onlarca kitap okusam öğrenemeyeceğim hayat derslerini anam verirdi. Yeri geldikçe, "Amad olum, sağ gözden, sol göze fayda yokmuş", "Elin vereceği öğün olmaz, o da vaktinde gelmez" derdi. Daha bunun gibi onlarca hayat dersi. Ama gel de o yaşlarda bize anlat. Her köy insanı gibi o da yer yatağında yatardı. Son yıllarda yiyecekleri 24 saat tepsi içinde başucunda dururdu.Çay, domates ve ekmek mutlaka bulunurdu. Ana yemeği bunlardı. Bir de pekmezi çok severdi. Bu yiyeceklerle nasıl yaşadı, nasıl hayatta kaldı, tıbben incelenmeye değer. Temmuz ayında her an kaybetme korkusuyla, bir kez daha köye gittim. Yine birşeyler yemeğe çalışıyordu. Yeğenim, eşi ve beni hiç farketmedi. Sesimizi de duymadı. Neden sonra sesimden tanığında sarıldı ağladı. Ben de bir çoçuktan farksızdım. Kendimi tutmam mümkün değildi.Çok çaresizdim. Erkeklik falan da sökmedi. Kuş kadar canı vardı. ama kendisinden beklenmeyecek kadar yüksek sesle konuşuyordu. Yalnız kalan her yaşlı insan gibi sürekli konuşmak, sohbet etmek, birşeyler anlatmak istiyordu. Odasından salona çıkarmak için yerinden kaldırdığımızda, "Beni atmayamı götürüyorsunuz" diye tepki gösteriyordu. O kadar zayıf tı ki, taşımak için koltuk altından bacaklarından tuttuğumuzda, canı yanıyordu. Gençken onları anlayamazdık, yaş 40 oldu, büyük bir aymazlıkla hala önümüzde uzun yıllar olduğunu sandık. 50'liyaşlara geldiğinmde ise artık çok geçti, ne kadan çırpınsan, ne kadar zaman ayırmak istesem vakit azdı. Ağustos ayında, Ramazan Bayramı'nda bir kez daha anamla birlikte olmak istedim. Tam Denizli'ye gitmeye hazırlanırken, yeğenimden bir telefon, komşular, "Kızı anasını dövüyor, gürültülerinden de çok rahatsısız" diye şikayette bulunmuşlar. Anama kız kardeşim bakıyor, bunun için de devletten 700 lira civarında bir para alıyordu.   ***  ***  ** Şikabet üzerine,Denizli Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü devreye girip, hemen eve bir ekip gönderiyor. Doktor, hemşire, jandarma,muhtar  ve diğer görevliler, anamı alıp, Denizli Huzurevi'ne yerleştiriyor. Anam, gitmemek için kız kardeşime yapışıyor, feryatlar, figanlar faydasız. Kardeşim perişan, bunca yıl dövmemiş şimdi niye dövsün. Kuş kadar canı var, elinde kalır. Temmuz ayında gittiğimde, komşulardan birisi bana açıkça söylemişti, "Gürültülerinden bıktık, ne yapacaksanız yapın" diye. Komşuluğun da, insanlığın da geldiği yer burası. Denizli'ye indiğim gün soluğu yeğenlerimle huzurevinde aldım. Benim için dayanılması zor bir andı. Görüntü köyden iyiydi. Yakama yapıştı başladı anam," Amad olum köyüme götür beni, ne işim var benm burda, evime gidicem ben" Çok çaresizim, ne diyeyim, "Tamam ana, götürücem ana, gidicez ana"....Tutamıyorum kendimi, çocuklar gibiyim. Benimle birlikte odaya 5-6 görevli geldi. Beni odada yalnız bıraktılar.... Huzurevinin müdür, müdür yardımcıları ile uzun uzun görüştüm. Sağolsunlar, anlayışlı davrandılar. Evrde daha iyi besleyebiliriz diye, benzeri durumdaki annelerine bakan bayan arkadaşların önerisiyle bir bavul dolusu, bebek maması çeşitleri ile değişik boylarda biboranlar götürmüştüm, onları huzurevine bıraktık. İlk ziyaretin ardından Denizli Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü'ne gittim. İlgili bölüm konuyu biliyordu. Orta yaşlarda bir kadın sorumlu, anlattı da anlattı. Anam devletin güvencesi altındaydı, soruşturma sürüyordu. Ona göre konu çok ciddiydi. Kardeşim hakkında dava açılabilir,yargılanabilirdi.  Anama daha iyi bakılacaktı. Kadın görevli katıydı,  devleatin asık yüzü, bürokrasi karşımdaydı. Devlet memurluğu da yaptığım için çarkın nasıl döndüğünü biliyordum. Bir gün arayla yeğenlerimle birlikte huzurevine bir kez daha ziyarete gittim.   *** ***  ** Her gidişimde belki birşeyler yedirebiliriz diye onun yiyebileceği, içebileceği şeyler götürüyordum. Anamın görüntüsü iyi değildi. Halsiz cansız ve güçsüzdü. Yine yakama yapıştı, "Köyüme götür beni, evime götür beni" diye yalvardı.Ve benden çaresizlik içinde umut verme,moral verme çabaları. Durum anlaşıldı, anam yemekleri yememiş. Görevliler yemek yemediğini, belki bizim yedirebileceğimizi söylediler. Sehba üzerine konmuş yemeğe baktım, bulgur pilavı üzerinde tavuk, çorba, salata. Yahu anam bu yemeğe nasıl yesin? Anamın yemek yemesi saatler sürüyor. O yemeğini istediği saatte parmaklarıyla döke saça yiyen birisi. Görevliler tabi ağzına birkaç kaşık götürüyor, yemeyince de kaldırıp götürüyor. Anam bizim verdiklerimizi de yemiyor, sadece saatlerce konuşmak istiyordu. Ama artık ona da gücü kalmamıştı. Üçüncü gidişimizde, artık sona doğru gittiğiz açıkça belliydi. Anamı göz göre göre, açlıktan öldürüyorlardı. Derdim bir an önce anamı oradan çıkarmak, köyüne, evine götürmekti. Bu yaşa kadar kötü koşullara karşın evinde gelmişti. Evinde bildiği yiyecekleri yine bilgdiği gibi yemeli, yaşadığı kadar evinde yaşamalı. Gözlerimizin önünde hayata veda etmeliydi. Huzurevindeki yetkililerle birkez daha konuştum, yardım istedim. Benden, kalacağı evi derip toplamamı, bir bakıcı bulmamı, sonra da bir dilekçe ile başvurmamı istediler. Gelip bakacaklardı, uygun görürlerse, sorumluluğu da ben üstlenmem koşuluyla verebileceklerdi. Kızdardeşimin bakması yasaktı, hatta eve yaklaşması bile. Benim yanımda dosyadaki bilgileri de okudular. O ciddi bilgi ve bulgular dosya da yoktu. Tüm olanların bir ihbar ve iddia üzerine olduğu net bir şekilde belliydi.     **  ***  *** Anam huzurevine ilk getirildiğinden itibaren sürekli, "Amad  Amad, Amadım nerde" dermiş. Daha ilk ziyaretimde görevliler, "Ahmet sen misin? Hep seni istiyor" dediler. Doğruydu, en az beni gördüğü için beni özlüyor, beni arıyordu. Anamı yeğenlerle iki defa daha ziyaret ettim. Artık gücü iyice tükenmişti. Son bir gayretle yakama yapışıp, "Evime götür beni" diye bağırdı. Artık umudu kalmamıştı. "Topla topla bunları al götür" dedi. Yeğenlerimle onu bırakıp gitmemize sitem ediyordu. Kolumdan sıkıca tuttu, " Kolumdan tut, sürükle götür" demeye çalıştı. Küstü sırtını döndü. Onların derdi,iyi niyetli olsalar da bürokratik formalitelerdi. Yemek yemeyen 98 yaşındaki anamın kaç gün daha dayanacağına kafa yoran yoktu. Buraya kadar yaşını bilerek yazmadım. Görevli görevsiz, tanıdık tanımadık insanlar,  "yeteri kadar yaşamış, ölmesi normal, üzülmeye değmez" havasında. Kimse bir insanın kaç yaşında olursa olsun, ömrünün son günlerini aç kalarak geçirmesinin, sürekli evini özleyerek yaşama veda etmesinin vicdanı, insanı yönünü hesaba katmıyor. Neyse bir kez daha soluğu Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü'nde aldım. Kadın görevli yokmuş, daha önce de karşılaştığım suratsız bir memura, "Anamın durumunun iyi olmadığını, yemek yemediğini, bu koşullarda bir hafta 10 daha zor yaşayacağını" anlatmaya çalıştım. Bana, "Ben dasyaya hakimim. Ananın ne kadar yaşayacağını, ne zaman öleceğini Allah bilir" dedi. Çok rahattı, herşeyi Allah'a havale edip rutin işine bakıyordu. O koltuğa nasıl oturduğu belli olan memur bozuntusu, "Ulan dosyaya hakimsin anladık, günlerdir yemek yemeyen o insanın sağlığına da hakimmisin?. Gidip anamı gördün mü? 100 yaşına dayanmış açlıktan ölmek üzere olan bir ananın ne kadar daha dayanabileceğini kestirmek için insan olmak yetmiyor mu?" Hani insanı dinden imandan çıkarıyorlar... O anda o kadar öfkeliydim ki, o dosyayı kafasında parçalamak isterdim. Beni bir yetkiliye daha yönlendirdiler. İhbarla yaşanan olayların dosyası elindeydi. Kayda değer ciddi bir bulgu da yoktu. Devlet baba bir kere olaya el koymuştu. Anam da devletin güvencesi altındaydı. Kuruma dilekçe verebilirdim, savcılığı dilekçe verebilirdim, mahkemeye başvurabilirdim. Mahkemeler adli tatildeydi. Sonuç ne zaman alınır belirsizdi.   ***  ***  *** Kurumdan çıktık...Bir iki saat geçti, huzurevinden bir telefon, "Ahmet Bey, annenizi kaybettik  acele buraya gelin." Taksiyle yetiştim. Son kez yüzünü görüp öptüğümde, tarifsiz acılar içinde ağladım, ağladım. Eşe dosta hep söylerdim, "Anamı kaybetmeye hiç hazır değilim" diye. Öyle de oldu. Görüştüğün tum yetkililere, "Birkaç gün içinde bana anamın cenazesini teslim edeceksiniz" dedim, öyle de oldu.  1 Ağustos'ta devletin korumaya aldığı anamı 16 Ağustosta,  Denizli'nin Yeşilyuva köyünde, vasiyeti üzerine oğlunun yanında toprağa verdik. .Birbuçuk yıl önce de çok sevdiğim yeğenim Ecevit'i daha 37 yaşında kaybetmiştik. Şimdi ninesiyle birlikte yan yanalar. Bir ramazan bayramını anamla geçirme hesapları yaparken, onu toprağa verip döndüm. Huzur içinde yatsın. ... O benim için anaların en güzeliydi. O benim için dünyanın en güzel anasıydı. Ve ben bir çoçuk gibi anasız kaldım. Ve ey insanlar, ananız varken, sağken bakın...Zamanın ihanetine ve pişmanlığına uğramak istemiyorsanız.     

Diğer Haberler