Yaşamımda tanıştığım ilk ünlü ve önemli kişilik kim diye sorulursa; Ressam İbrahim BALABAN derim coşkuyla...
Ne yazık ki sanal ortamdan ve kendisi gibi yine bir Ressam olan oğlu Hasan Nazım BALABAN'ın paylaşımından öğrendim 9 Haziran 2019 günü onun aramızdan ayrıldığını...
Onun ölümünü öğrendiğimde anılarım aldı götürdü beni Bursa İpekçilik'de geçen günlerime...
O an kendimi ARSA diye adlandırdığımız oyun alanımızda buldum...Ve RESİMLİ EV'in yapıldığı günlerde kayboldum...Anılarımı paylaşıyorum Ressam BALABAN'a saygılarımla; ışıklar içinde uyusun...
"Kadın anılarına daldığında kendini bir anda "arsa" diye adlandırdıkları, henüz evlerle dolmamış boş bir alanda buldu, arkadaşlarıyla buluşup oyun oynadıkları, annelerinin onları aradıklarında buldukları; bir zeytin, bir armut, birkaç incir, birkaç akasya ağacının bulunduğu çocukluk günlerinin "arsa"sında...
Bindokuzyüzaltmışyedinin yaz dinlencesine girdikleri günler... İşte orada, anılarında... Alnı açık, kıvırcık saçları kapkara, yüzü asık bir adam elinde kazma kürek arsalarının karnını yarıyor... Arsanın gediklileri, çocukça öfkeleriyle; "Oyun alanımızdan bir parça daha kaptırdık" diye hüzünleniyorlar... Ogün boyunca hiçbir oyun oynamadan yalnızca adamı izliyorlar. Adam günboyu kazıyor, kazıyor, arasıra toprak testisinden su içiyor, bir de Hayrullah Bakkal'dan yüz gram zeytin, yüz gram tahan helvasıyla bir ekmek alıp yiyiyor.
Adamı öylesine izlemeye alıyorlar ki, bakkaldan neler aldığını bile gidip Hayrullah Efendi'den öğreniyorlar. Gün bitimine doğru adam kazma ve küreğini sarıp sarmalayıp çukura gizleyince, artık gitmek üzere olsa gerek diyorlar. Ardından adam terli gömleğini değiştirip, çatık kaşlarıyla uzaklaşıyor. Daha önce hiç sözetmemiş, bir karar almamış olmalarına karşın, o an hep birlikte adamın günboyu kazıp, dışarıya attığı toprakları, elleriyle ayaklarıyla iterek çukura doldurmaya başlıyorlar. O akşam evlerine her zamankinden daha geç dönüyorlar, üstelik bu gecikme nedeniyle bir de azarlanıyorlar.
Resimli Ev'le birlikte anılarına dalan kadın, o günleri düşünüyor.
Bindokuzyüzaltmışyedinin yazında henüz onüç yaşında, çocuklukla genç kızlık arasında bir yerlerdeydi ama ogünlerde tek derdi, tasası arsalarını kazıp kurcalayan adamdı. Yalnızca onun mu?... Her birinin en öncelikli sorunu; arsalarının karnını yarıp, çukurlar kazan bu adamdı. Akşam yemeklerinde büyüklerini usandırıp, kendilerini azarlattırıncaya değin yalnızca arsalarının orta yerini kazan bu adamı sorupsoruşturuyorlardı. Uykularında da durmaksızın açılan çukura taşları, toprakları dolduruyorlardı, ama ertesi gün, daha bir ertesi gün açılan çukur daha büyüyor, giderek doldurulması olanaksız bir duruma geliyordu. Derken o kocaman çukurun yeniden dolma günü geldi; temel taşları, demirler, çimentolar... Ortaya tek katlı bir ev iskeleti çıkmıştı...
Büyüklerinden öğrendiklerine göre yapının kabası bitmişti, geriye incesi kalıyordu ki; masraf dediğin de bundan sonra başlardı, başlardı da bu asık yüzlü, bu çatık kaşlı, ama çılgıncasına konut yapım işçisi gibi çalışan bu adam, masrafları nasıl karşılayacaktı?... Çünkü o; sabahın erkeninden gün batımına değin arsanın karnını yarmaktan, taşları, demirleri taşımaktan başka iş yapmıyordu ki... Ne onların babaları gibi fabrikada işçi, ne bankada memur, ne okulda öğretmendi. Hayrullah Efendi gibi peynir ekmek bile satmıyordu, üstelik bir de o komünistti.
Babaları kendi aralarında konuşurken duymuşlardı; adam komünistmiş. Çocukların da adamla tek bir sözcük konuşmadan, içten içe öfkelenmekle birlikte, onu yalnızca uzaktan izlemekle yetinmelerinin gerçek nedeni buydu; adam komünistmiş...
Kendi aralarında sürekli sorular soruyorlardı:
-Komünist insana ne yapar?
-Komünist nasıl olur?
Neredeyse, bir tek "Acaba komünist bizi yer mi?" diye sormadıkları kalmıştı.
Gerçi bu adam da babalarına benzemesine benziyordu ama babaları gibi onlarla şakalaşmıyor, onlara yakınlık göstermiyordu. Bir de onların babaları olsa, böyle gün boyu kazma kürek ellerinde çalışmaz, adam çalıştırırlardı. Çünkü onlar sabah evden çalışmaya gitmek için çıkarlar, akşam eve dönerken Arap Şükrü'de içerler, evde şakalar yaparlar, içtiklerine kızmasınlar diye annelerinin kollarına altın bilezikler alırlardı. Oysa bu adam bütün gün arsada; hiç gülmüyor, konuşmuyor, yalnızca çalışıyor, bir de komünist...
Yapının yükselen katlarıyla birlikte, çevrede söylenceler de artmaya başladı. Adam Bursa'nın Seç köyündenmiş, kız alıp verme sırasında birisini öldürme girişiminde bulunmuş, Bursa damına düşmüş, Komünist Nazım'ın yanında kalmış, evliymiş, iki çocuğu varmış...
Önceleri çocuklar arsalarının ortasına bir ev konduran adamın çocuklarına da uzak durdular, çünkü onlar komünistin oğullarıydılar, bunca güllerin arasında iki diken...
Günler, pek çok ertesi günler geçti... Nasıl ki onlar adamın kazma kürekle arsalarının karnını yarışını izlediyseler, komünistin oğulları da onların oyunlarını öylece uzaktan izlediler.
Duvarları yükselip, pencere kapı boşlukları bırakıldıkça, adamın olmadığı günlerde saklambaç oynarken evin içine de saklanmaya başladılar. Böyle günlerden birinde, içlerinden en yaramazı saklanmak amacıyla girdiği evin pencere boşluğundan seslendi:
-Çocuklar gelin, gelin...Bakın duvarlarda ilkçağlardan kalma resimler gibi nasıl resimler var...
Her biri saklandıkları yerlerden çıkarak evin içine doluştular. Çocuk beyinlerinde tarih öncesi resimlerine benzettikleri bu duvar resimleri köy yaşamından kesitler veriyordu. Çocuklar ilgiyle, beğeniyle izlediler. Odaların kapı ve pencere boşluklarının dışında kalan bütün duvarlar çıplak el, mala ya da keski gibi araçlar kullanılarak yapılmış resimlerle bezenmişti.
Birgün odalardan birinin kapı ve pencere boşlukları kapatıldı, eşyalar geldi, böylece yeni komşular taşınmış oldu, bir başka tanımıyla da komünist komşular... Ardından da ilk adı Nazım olan Hasan'la, ilk adı Hikmet olan Hüseyin komünistin oğulları olmalarına karşın, çocuklarla oynamaya başladılar. Kolları altın bileziklerle dolu bütün anneler de komünistin karısı olmasına karşın Emine Hanım'la kaynaştılar.
Günler yine yılların ardından gelip geçti; bin dokuz yüz altmış yedilerde oyun "arsa"larının karnını yarıp, oradan bir parça çalan adama öfkelenen bu kız büyüdü, Nazım Hikmet'i de, Nazım Baba'nın öğrencisi İbrahim Balaban'ı da iyice öğrendi. "İzdüşümler"i okudu... Gün oldu İpekçilik'teki evden İstanbul Boğazı'ndaki bir yalıya taşındıklarını, sergi açılışlarında Emine Hanım'ın Ressam Balaban'ı genç kadınlardan kıskandığını, ardından boşandıklarını öğrendi...Yine de gün geldi, "Resimli Ev"in yaratıcısı çocukluklarının Komünist Ressam Amcası'nın öldüğünü öğrendiğinde, içi hüzünle dolu işte böyle bin dokuz yüz altmış yedilere, "arsa"larının onlardan çalındığı günlere geri dönmekten de kendini alamadı, üstelik buruk bir mutlulukla... Çünkü ülkenin bir değerini tanıma ayrıcalığına erimişti henüz çocukluk çağlarında..."
Ne acıdır ki şu ölümlü dünyada değerlerimiz yitip giderken birbirinin ardı sıra, yerleri dolmuyor. Pop kültürle yozlaşmış toplumsal yapımızda yüz akı değerler yetişmiyor...
Komünist Ressam Amca; çok değerler kattın kentimiz Bursa'ya, bir Zeki Müren, bir Müzeyyen Senar ve nice başka değerli kentdaşlarımız gibi... Işıklar içinde uyu; huzurla...