Bir zamanlar “ki o günleri bilmez yaşı otuzun altındakiler” Kıbrıs Barış Harekatı’nın ardından uygulanan ambargolar silsilesi sürecinde ABD buyurdu T.C.’ye, Başbakan ECEVİT’in şahsında; Türkiye, TÜTÜN ekmesin diye…
Böylece 80’lerin sonunda, Bursa’nın Görükle köyünün tütün tarlalarına temeller atıldı, verimli toprakların üzerine konuşlandırıldı ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ… Ve sonrasında sıra, sıra TEKEL TÜTÜN İŞLEME işyerleri, depoları kapandı, örneğin Mudanya’dakine bir ad kondu; Uludağ Üniversitesi’ne bağlı Güzel Sanatlar Fakültesi diye…
Henüz Ankara’da TEKEL işçisi sokaklara çıkmadan çok daha öncesinde Bursa sokaklarında dolaşmaya başladı JAPON TOBACCO’yu pazarlayan şirketin arabaları… Ve daha sonrasında, yıllardır sinsice ve de gizlice yapılan pazarlıkları sanki bilmezmiş gibi siyasetçiler; birden destekçi oluverdiler TEKEL çalışanlarının iş akitleriyle ilgili sorunlarına, elbette ki muhalefettekiler…
Anımsıyorum da CHP’li Çetin SOYSAL biber gazı saldırısına uğradı az kalsın boğulma pahasına… Sesiyle, yüreğiyle destek vermeye geldi Edip AKBAYRAM... Ve 12 Eylül 1980 öncesinde kalan işçi, emekçi sınıf dayanışması anısına Şevval SAM boy gösterdi kameraların karşısında…
Böyle bir gösteri ortamı; hiç Bayan ECEVİT’siz olur muydu ?... O da olanakları değerlendirdi ve “Devlet Baba”ya kustu öfkesini; “Utanıyorum…Devlet Baba, babalığını yapmıyor diye utanıyorum” makamından…
Ne yazık ki her şey boş, her şey nafile… Sonunda yenilmeye mahkum oldu bu kafile…
TEKEL işçilerinin grevde olduğu günlerde muhalefette olup da dün iktidarı paylaşanlar; küresel kapitalizmin sahneye koyduğu ve 90’ların başından beri kamu kurumlarında başlatılan “emekçi sınıfı” güçsüzleştirme, eritme ve en önemlisi de sendikasızlaştırma aracı, yolu, yöntemi “taşeronlaşma” uygulamasını... Acaba neden kaldırmadılar "RTE’den çok öncesinde" kendileri iktidarda oldukları günlerde ?…
Oysa onların dönemlerinde bir yıllık sözleşmelerle gerçekleştirilen, kamu kurumlarındaki “geçici işçi statüsü” işte bugünlerin habercisiydi.
Küreselleşme bağlamında en çok “öteki” ve “ötekileştirme” ya da ulus devlet kavramını tozumaya, erozyona uğratma amacını içinde gizleyen “yerelleşme” kavramlarına kafa yoran aydın, baydın kişilikler; küreselleşmenin, sınırların kalkması bağlamında üretilen o tatlı yalanlarına kanarken... Sanki gelişmiş ülkeler,gelişmemişlere kucak ve de sınırlarını açacak, tüm Dünyalılar gönenç içinde yaşayacak... Nerede o yoğurdun bolluğu?... Biter mi hiç bu acımasız düzende; kulun, kula köleliği, kulluğu?...
Ve RTE’ye gelinceye değin…
Nedense küresel ekonomilerin sömürü düzenini daha da pekiştirmek bağlamında “acımasızca sınır tanımayan” emekçi sınıfını yok etmeye yönelik ayak oyunlarını görmediler (mi ?), göremediler (mi ?), yoksa görmek istemediler (mi ?)…
Çünkü bu uygulama Anavatan Partili Mesut Yılmaz’ın Başbakan olduğu dönemde başlamıştı. Onun ardından, özellikle de Bay(an) ECEVİT’in “koalisyon eşliğinde de olsa” başbakan olduğu dönemde ya da daha geniş bir anımsatmayla DSP’nin önce “büyük” sonra da “küçük” ortak olduğu dönemlerde de işçinin yazgısı IMF’nin buyruklarıyla sendika ağalarından, taşeron şirketlerin insafına bırakılmıştı. Bir dönemin 1475 Sayılı İş Yasası’nın CHP’li Çalışma Bakanı Bülent ECEVİT’in; işçinin-emekçinin yazgısını, karanlık geleceğini yazan bu “taşeronlaşma” yöntemi, DSP’li bir başbakan olarak koltuğa oturduğu günlerde nedense onun canını hiç acıtmamıştı.
Ve yine o günlerde “Bay ECEVİT bedeninin içindeki başbakan” Bayan ECEVİT de Devlet Baba’nın, TEKEL işçilerine karşı babalığını yapmamasından dolayı utanç duyduğu gibi, nedense o günlerde hiç de utanç duymamıştı işçi sınıfının giderek olumsuzlaşan koşullarından…
Çünkü ECEVİT’ler için o günlerde önemli ve de öncelikli olan; Hüsamettin ÖZKAN’ın dolaylı tarikat desteği ve de Vahdettin’in “vatan sevgisi” üzerine yapılan açıklamalar eşliğinde sağlanan, sağlam bir koltuk güvencesiydi. Ne yazık ki ülkemizde siyasal partiler bozuk saat gibi durdukları zamanda, durdukları yerde doğru söylerler… Ne zamanda, nerede mi ?... Elbetteki muhalefette olduklarında…
Ülkenin işçi sınıfı TEKEL işçilerinin saflarında son nefesini, son gücünü yitirirken, onlardan yana söz söyleyip, halk ya da işçi-emekçi sınıfı dalkavukluğu yapmak; vahşi kapitalizmin dişli çarklarının arasında öğütülüp, kanı akıtılan işçiyi, emekçiyi kurtarmaya yetmiyor. Zincirlerinden önce, midesindeki açlık zilinin kırılması kaygısına düşen işçi sınıfının “üretimden gelen güç” tehdidi; “ en büyük patron olan” Hükümeti ürkütmüyor, dolayısıyla isteklerini elde edemeyen emekçinin karnını da doyurmuyor.
O günlerde Hükümetin işçilere önerdiği; 15 Şubat 2010 gününe değin işbaşı yapanlara ücretlerinin ödeneceği, yaşadıkları kentlerde başka kamu kurumlarında görevlendirilecekleri... Ve en önemlisi de milyonlarca işsize karşın “sendikalı olarak istediklerinin yarısı kadar olsa da” ücret karşılığında iş güvencesi, istihdam olanağı sunulacağı sözlerinin verilmesi karşısında... Grevdeki işçilerin çoğu çözüldü, direnişten geri döndü, işçi sınıfı eridi, tükendi, dolayısıyla RTE’nin aba altından sopa gösteren sözleri karşısında emekçi sınıfı dün ekmek uğruna savaştığını söylerken, daha sonra ekmek uğruna savaş alanından çekildi.
Ve böylece Hükümet de grev kırıcılık işlevini “pes eden, ekmek korkusuna, kaygısına düşen” işçiler üzerinden gerçekleştirmiş oldu.
Ne demişti 24 Ocak 2010 günü RTE(hani şu ünlü 24 Ocak kararlarının alındığı güne göndermede bulunurcasına) ?...
- Kusura bakmayın…Kasayı soyduramam !...
--------------------
Durduk yere; TÜTÜN ekimi, TEKEL İŞÇİLERİNİN GREVİ gibi dünde kalan, belki de anılardan silinen olayları neden günümüze taşıdık?...
Çünkü...
Hükümetle; yapılacak zam konusunda anlaşamayan TÜRK-İŞ, uyarı grevine gidiyor Ağustos ayı içinde...
Ve yine...
Kim bilir kimler sağlam kalacak, kimler dayanacak?...
Kimler "grev kırıcı" yavşaklığıyla işçileri satacak?...
Yoksa TÜRK-İŞ'in uyarı grevi; uyarının ötesine geçip, çığ gibi büyüyerek, önüne geleni/geçeni mi yıkacak?...
Belki de Fransa'nın "sarı yelekli" eylemlerinde yaşandığı gibi; TÜRK-İŞ'e bağlı işçilerin grevi de ülkemizin sosyo-ekonomik ve siyasal yapısını mı sarsacak?...
Hep birlikte göreceğiz; bakalım neler olacak?...
İstanbul seçimlerinin "olumlu" dışsalıkları gibi "işçinin, emekçinin gücü de" egemenlerin canını çok mu sıkacak, yoksa egemenler karşı saldırıya geçip işçinin/emekçinin canını mı yakacak?...
Yalnızca havalar değil, sular da ısınıyor. Küresel İklim değişikliği nedeniyle değil; halkın haksızlıklara karşı yükselen sesiyle...
Dileyelim ki... Umutlar aydınlıklara çıkarsın ülkemizi de, ulusumuzu da... Ve böylece yaşanan bayramların bir tadı, tuzu olsun memleket sathında... AMEN!...