*Ben; usanmadan kadınlar için ne çok sözler söylemekteyim... Ve biliyorum ki kadınlar için ne kadar çok söz söylense azdır...Kadınlar aldırmazsa onlar için söylenen sözlere; bu dünya kadınlara hep dardır...
Özgecanlar'a kıyan oğulları yetiştirenler de kadınlardır... Kadınlar eğitmedikçe kendilerini; gerçek anlamda bir ERKEK yetiştirmek konusunda...O zaman onlar da kadınlara kıyan; canavar kadınlardır... Ve bilinmelidir ki yaşanan bu katliamlarda onların da çok büyük suç payı vardır...
Beynini türbanla saklama kadın... Bugün; yarınını düşünmeden attığın her yanlış adım, gün gelir seni de katleder... Ama arkandan ağıtlar yakacak bir kadın bile bulamazsın...
..............................................
Dün…Dün dediğin; AKP’den öncesinde kalmış…Dünden bugüne; toplum pek çok yaralar almış…
En çok da kadınlar…Yaraları; kan revan içinde…Ve sürükleniyorlar yok edilişe…Oysa dün…
Dün; günlerden 8 Mart 1994…Bursa’dayız, toplanmışız yerli, yabancı pek çok kadın; tartışıyoruz kadın hakları üzerine ve Türk Anneler Birliği Bursa Şubesi’nce düzenlenen DÜNYADA KADIN HAKLARI konulu panel nedeniyle…
Bugün neler yaşanıyor, kadınlar nasıl yaralanıyor, nasıl da kan kaybediyor, nasıl da tüketiliyor, giderek yok ediliyor diye; işte ben de bu nedenle dünü düşünmek, dünü taşımak istedim bugüne…
İstedim; çünkü kadın hakları-erkek hakları diye bir cinsin, diğeri üzerinde egemenlik kurma girişimlerinin ne denli yersiz ve de yanlış olduğunu savunmuştum yıllarca…Bir de istedim ki kendi içimizde, sesizce;ATATÜRK İLKE VE DEVRİMLERİ’nin Türk halkına tanıdığı haklar çerçevesinde, kadın-erkek nedenli eş ve eşitiz, bir kez daha düşünelim dün ve bugün bağlamında… Bir başka deyişle; dün neredeydik ve bugün de yürüyoruz bir yerlere, acaba nereye ?…
Dün…Günlerden 8 Mart 1994 günündeyiz…
Türk Anneler Birliği’nin Bursa Şubesi’nin düzenlediği toplantıda…
Oturumu yöneten; Pror.Dr. Ülkü ÖZALP (O günlerde Bursa Anakent Belediye Başkanı olan Teoman ÖZALP’in eşi diye tanımlamaya, tanıtmaya gerek yok kendisini; çünkü Bayan ÖZALP kendi kimliğiyle toplumda varolan bir kadın)…
Osmanlı Dönemi’ndeki kadından, Cumhuriyet Dönemi’ndeki kadına; Türk kadınının toplumsal yaşamdaki gelişimini anlatıyor. Anlatırken de Atatürk’ün özlediği Türk kadınının canlı bir örneği olarak karşımızda duruyor.
Konuk konuşmacılara gelince; ilk konuşmacı Almanya’nın İstanbul Başkonsolosu’nun eşi olacakmış ama onun yerine konsolosluk görevlilerinden bir başka konuşmacı katılıyor toplantıya… Onun anlatımından da öğreniyoruz ki gelişmiş Batı Ülkeleri’nden Almanya’da da kadının, pek de yukarılarda olmadığını Türk kadınından …Üstelik Almanya’da sayısal üstünlük kadınlarda olmasına karşın hiç de öyle mutlu çoğunluk falan değilmiş Almanya’da kadınlar… Neden mi?…
Nasıl olsunlar ki?…
1949’daki Anayasa ile kadın hakları, erkeklerinkiyle eşitlenmiş…(Oysa Türk kadını bu hakları 1924 Anayasası ile elde etmişti…İşte bu nedenle; yozlar, yobazlar NEDEN SEVSİNLER Kİ KEMAL ATATÜRK’Ü ?…)
15-65 yaş arası ekonomik anlamda etkin sayılan kadınların daha çabuk işsiz kaldığını anlatıyor Alman konuşmacı… Ülkemizde kadınların egemen olduğu eğitim kadroları bile; öncelikle erkeklere öneriliyormuş Almanya’da… Elbette ki erkekler çocuk doğurmak gibi, nesillerin üretimi işlevini üstlenmedikleri gerekçesiyle öncelikliymiş işe alınmada…
Ve Almanya’da kadınlar az ücretle çalışıyorlarmış, ama kadınların aynı iş yerindeki erkekler kadar ücret alabilmeleri için dava açma hakkı varmış. Oysa bizim 1475 Sayılı İş Yasamız’da “eşit işe, eşit ücret” ilkesi geçerlidir. Türkiye’de cinslere göre ücret göstergeleri düzenlenmez.
1918’den beri Alman kadınının seçme ve seçilme hakkı varmış. Ama politikada aktif kadın sayısı azmış. Bu nedenle Alman Sosyal Demokrat Partisi kadın kotası ayırmaktaymış… Anlaşılan bizim SHP’liler de bu Alman benzerlerinden yüzde 25 kadın kotası uygulamasını kopya çekmişler, 90’lı yıllarda, ama… Kontenjan uygulamayan partilere oranla yine de en az kadını SHP’de gördük o günlerde ya, neyse…
Bu kotalara karşın; Alman parlamentosunda 4 kadın bulunmaktaymış. Bir de o bizim o günlerdeki meclisimize baktığımızda ille de hak isteriz diye ortalığı bulandıran PKK’lıların, pardon DEP’lilerin bile bir Leyla ZANA’sı vardı o günlerde, başka kadınları yoktu, ama bir kadın valimiz, bir de kadın başbakanımız olmuştu Türk kimliğinden…
Gelirsek Azerbaycan kadınına…
O günlerde kentimiz üniversitesinde konuk öğretim görevlisi olarak bulunan Ulduz ASLANOVA; Azerbaycan kadınlarının her alanda etkili olduklarını anlatıyor katılımcı kadınlara…
1917’de seçme ve seçilme hakkını kazanan Azerbaycan kadınının yüzde 30’unun parlamentoda olduğunu söylüyor (Bence şükran borçlu olmalı Azeri kadınlar Lenin Amca’ya)…Yine üniversite öğrencilerinin yüzde 60’ının kız öğrencilerden oluştuğunu belirtiyor…Azerbaycan kadınını göklere çıkaran ASLANOVA; bugün de Azerbaycan kadınının ülkesinin zor günlerinde (Ermenistan’la sorunları vardı ve Rus tankları geçivermişti bir uçtan, bir uca Azerbaycan topraklarından o günlerde) erkeğiyle omuz, omuza savaştığıyla öğünüyor…
“Bir soydaş ülke, bir kardeş ülke kadını da olsa; gerçekten kadın-erkek omuz, omuza savaşmış olsalardı, bir Ermeni düvelini ülkelerinden atamazlar mıydı?… Dünyada hiçbir ülke kadını yoktur ki Anadolu kadını gibi yokluk içinde, yedi düveline karşı erkeğiyle birlikte bir BAĞIMSIZLIK SAVAŞI vermiş olsun; haydi neyse, ne de olsa kardeş ülke, ülkemizin kadınıyla karşılaştırıp yorum yapmamalıyım yine de…”
Üçüncü konuk, aynı zamanda Uludağ Üniversitesi öğretim görevlisi (ki o günlerde) Yrd. Doç. Dr. Oya İZMİRLİ…Elbetteki o bir Türk kadını…Ama İtalya’nın Fahri Başkonsolosu unvanıyla dinleyicilere İtalyan kadınını anlatıyor.
Onun anlattıklarına göre; 1968 öğrenci devrimi öncesine değin silik kalmış, kenara itilmiş tipik bir Akdeniz kadınıymış İtalyan kadını… Zayıf bir cinsiyet olarak değerlendirilen İtalyan kadınını; Vatikan ve Katolik inanç ikinci sınıf olarak görüyormuş.
1968 yılında Avrupa’da esen devrim rüzgarlarıyla, İtalyan kadınının etekleri havalanmış ve o günlerde ülkemiz özel televizyon kanallarında da gözlendiği gibi; İtalyan kadını öncelikle kendini teşhir etme özgürlüğüne kavuşmuş…
İtalyan kadınına 1946’da seçilme hakkı tanınmış ama bu hak kağıt üzerinde kalmış. Ancak 1968’lerden sonra kadınlar; Vatikan kilisesinin baskısına rağmen, tabuları yıkmaya başlamış.İlk yaptığı işler de; sigara içmek ve pantolon giymek olmuş. Tıpkı bizim feministler gibi onların özgürlük anlayışı da; erkeklerle bedensel yarışa girişmek olmuş, beyinsel yarışa girişmek yerine…
Ve daha da inmek gerekirse derine; her 8 Mart gününde derim ki uluorta herkese:
– Ben feminist değilim… Bir kadın olarak benim kutsal günlerim; 29 Ekim Cumhuriyet’in kuruluş günüdür. 4 Ekim 1926 Türk Medeni Kanunu’nun (Yurttaşlar Yasası) yürürlüğe girdiği gündür. 5 Aralık 1934 Türk Kadınına Seçme ve Seçilme Hakkı’nın tanındığı gündür.
Çünkü ben; Atası’nın tüm Türk yurttaşlarına tanıdığı haklar doğrultusunda, erkeğiyle eşit bir Türk kadınıyım ve tüm Türk kadınlarını da bu bilinçlenme doğrultusunda hak ve ödevlerine sahip çıkmak, onları korumak konusunda üzerlerine düşen görevlerini yerine getirmeye çağırıyorum…
Çünkü…
8 Mart 1994’den, bugünlere geldiğimizde… ki birkaç ay sonrasında 8 Mart 2015 günü nedeniyle kadınlar yine gelecekler bir araya…Çıkacaklar sokaklara; var olduğunda ayırdına varamadıkları, değerini bilip, kullanıp, koruyamadıkları haklarını aramaya…
Çünkü…
2015’e doğru yol alırken yaşamlarımız şu Dünya adlı gezegende; Türk kadınının kişiliği, Atatürk İlke ve Devrimleri’nden kaynaklanan saygın, erkeğine eş ve eşit yurttaşlık kimliği kalmasın diye ortada… Her türlü saldırı, yozluk, yobazlık; kadının tüm değerlerini tozumaya uğratmakta…
Kadının toplumsal yaşamdaki yeri yok edilmekte…Yolu, yönü, pusulası; karanlıklara çevrilmekte…
Doğuracağı çocuk sayısının belirlenmesinden, nasıl giyineceğine, nasıl yaşayacağına ilişkin dayatmalarla; kadın tutsak alınmaya çalışılmakta…
Öğretimde tevhi-i tedrisat kanunu* yok sayılıp; kızlar ve erkekler ayrıştırılıp, birbirinden soyutlanıp, toplumsal cinsiyet ayrımcılığına gidilmekte…
Özellikle de kadınların ekonomik yaşamdan, iş dünyasından koparılarak; evlere kapatılması için yoğun çabalar gösterilmekte… Üretken kadın kavramının karşılığı olarak “özellikle yerel yönetimlerin girişimleriyle”; dantelci, örgücü, yufkacı, gözlemeci, konserveci kadın örnekleri çoğaltılmakta…
Dün; bugüne göre ne kadar çağımızın gerisinde kalmışsa… Bugünkü kadın da; dündeki kadına göre, o kadar çağının gerisinde kalmıştır, dündeki kadına göre gerilemeye başlamıştır…
Zaman ve kadın olgusunda gözle görülür bir tersine işleyiş, tersine yöneliş ve kesinlikle rahatsız edici, us dışı bir ters orantı vardır… Görünen odur ki bu ülkede kadınlar için kıyamet günü yaklaşıyor, yaklaşmak nedir ki?… Kıyamet kopuyor…Kadınlar için mahşerin dört atlısı yola çıkmış geliyor, ama kadınlar çok acıdır ki atların nal seslerini duymuyor…
Belki de umursamıyor kıyametini, kıyamını… Kim bilir ?…
Kadınların yalnızca bedenleri değil, benlikleri de bir soykırıma uğramakta, yok edilmekte… Ama kadınlar bu yaşananların ayırdında değil her nedense…
* Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 3 Mart 1924 tarih ve 430 Kanun Numarası ile kabul edilmiş olan ve ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı’na) bağlanmasını öngören yasadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nde eğitimin temel kanunu kabul edilmiş ve daha sonra çıkarılan kanunlara esas teşkil etmiştir[1]. 1982 anayasasında 174. maddeyle koruma altına alınmış “inkılap kanunlarından” bir tanesidir.
Türkiye’de eğitim alanında reform yapabilmek; millilik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilmesine ihtiyaç duyulması [2] sebebiyle hazırlanan kanun; ülkenin eğitim işlerinde çokbaşlılığın kaldırılmasını sağladı. Halifeliğin kaldırılması’na dair kanun ve “Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması hakkında kanun“la aynı gün çıkarıldı.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ayrıca tekke ve zaviyelerin kapatılması; dinsel olduğu düşünülen Arap harflerinin kaldırılıp Harf Devrimi’nin yapılması gibi diğer bazı Atatürk devrimlerinin gerçekleşmesi için de altyapıyı oluşturmuştur[3].