İnsanın psiko-analizini yaparak, bizleri üç boyutlu kişilik çözümlemesiyle tanımlamaya çalışan FREUD; id-ego-süper ego aşamalarının en ilkel alt basamağında sergilediğimiz kişiliğimize özgü tutum ve davranışları cinselliğe göndermede bulunarak açıklar. Bu bağlamda erkek çocukların annelerine düşkünlüğünü Oedipus Kompleksi olarak tanımlar... Ve kız çocuklarına ilişkin bir açıklama yapmasa da Freud; öğrencisi Carl Gustav JUNG bu açığı kapatır ve kız çocuklarının babalarına düşkünlüğünü Elektra Kompleksi olarak tanımlar. Dolayısıyla insan soyunun ilk dört yılına yayılan ana ya da babalarına yönelik bu aşırı düşkünlük dönemini sağlıklı bir biçimde aşamayan çocuklarda ileriki yaşlarda ensest eğilimleri ve psikolojik sapmalar olabileceği ileri sürülür.
İnsanlık tarihinin mitlerle, daha açık bir söyleyişle Eski Yunan Mitleri ile oluşturduğu toplumsal yapılanmasında; dinler bile efsanelere kapılır, dinlerin söylediklerini doğru sayan insan soyu da bu masallara kanar, inanır…
Mitden, felsefeye, felsefeden de, psikanalize (tıp bilimine) yol alan bu inanç, bu kanış; bazen bizleri oldukça düşündürür ya da şaşırtır anne-kız ilişkilerinde yaşanan çatışmalar bağlamında…
Kuşkusuz baba için kıyasıya çekişmeye, çatışmaya, kıskançlık kavgasına ya da kapışmaya girişecek değildir her anne ve kız ama geçinemedikleri de aralarında bir giz değil, gün gibi aşikar, apaçık ortada…Bazen anne kızına saldırır, onunla yarışa girişir, bazen de kız anneye baş kaldırır, sürekli onunla tartışır, dalaşır…Var bir elektriklenme bu ilişkinin içinde, elektrikli Elektra benzeri; bu sorunsalı kavrayabilmek için okurları bekliyor Yunan mitolojisindeki Agamemnon öyküsü “elbetteki işin kolayına kaçmaca yok, öyküyü ben anlatacağım diye beklemek yok; öyküyü bilmeyenler üşenmeden okusunlar, böylelikle de mitolojinin tadına varsınlar ve bu arada kutsal kitaplarda yer alan öykülerle, mitlerin nasıl da birebir örtüştü gerçeğinin ayırdına varsınlar, sanki kopya çekilmişçesine)…
Bu girişten sonra dönersek anneler ve kızlarına; durum gerçekten de pek iç açıcı değil şu anne-kız ilişkilerinde… Çünkü sürekli annelerinden yakınır genelde bütün çocuklar ve özellikle de kızlar…Kimisininki kumarbaz, kimisininki alkolik…Bir diğerininki çapkın, ötekininki pasaklı ya da hastalık derecesinde titiz, takınaklı…
Kuşkusuz bir de en korkunç ama dışa vurulmayan yakınma türü de ensest olaylarında suskun kalışı bir annenin ve kızın kurban edilişi benliğiyle, bedeniyle…Bu yakınmaların en yaşanılmayanı, en gerçekleşmeyeni olsun, böylesi gelmesin hiçbir genç kızın başına ama bir de bakın benim çocuklarıma; özellikle de kızımın bana bakışına, benden yakınışına…
Benim kızım, benim dağınıklığımdan yakınır…
Her anne kızının dağınıklığından yakınırken, bizde durum tam tersidir; yakınan değil, ortalığı dağıttığı için kendisinden yakınılan biri varsa, işte o kişi bendeniz, evin kızı değil, anne kimliği taşıyan menopozdaki bu tazeniz…
Henüz başlamadan kızım okula, ben başladım; elbetteki üniversiteye…Yayıldıkça yıllar içinde üniversiteye ilgim, daha doğrusu akademik kariyer tutkum; yayıldı kitaplar, defterler önce çalışma odama…Gün geldi odam da bana dar geldi; yayıldılar başka odalara ki kızıma göre bunun adı dağınıklık…Bir de yazma sayrılığım nedeniyle; nerede, ne düşerse usuma, düşürebilmek için yazıya, her yerde kağıtlarım, kalemlerim, en olmadık yerde, mutfakta, banyoda, tuvalette…
Ve yıllarla birlikte kızım da bilgisayar yazılım mühendisi kimliği edinip, bir de uzmanlık alanına ilişkin kavramlarla eleştirmeye başlayınca bu dağınıklığımı; bu kez beni yeniden tanımlamaya ve başkalarına tanıtmaya başladı “virus gibi evin her köşesine yayılan annem” sözleriyle…
Ben ki özgür irademle, kendi seçimimle, bilgiye doya, doya ilgi göstermek isterken, kösteklendim sürekli kızımın bu eleştirel kişiliğinden dolayı…
Onun gibi saçma sapan televizyon dizileri izlemediğim için, seçeceğim bir tek giysi nedeniyle dükkan, dükkan dolaşıp zamanımı tüketmediğim için…
Erkeklerin kadınların benliğini ve bedenini acıttığında; kız arkadaşlara göz yaşı dökmektense, erkeklerin canına ot tıkamaları gerektiğine ilişkin yorumlar yaptığım için…
Ödün vermeden benliğimden; kişiliğimle, dişiliğimi at başı koşturduğum için…
Toplumsal, siyasal her türlü baskıya; başkaldırdığım için…
Türban, tesettür savunmanlığının olduğu ortamlarda; “Stil ikonum Snead O’conner…Saçları kazıtalım…Saç yoksa, türban da yok…” biçimindeki söylemlerimle kendisini tedirgin ettiğim için…
Ayaklarının üzerinde duramayan, yaşamak için, en sıradan gereksinimlerini karşılamak için bir erkeğe yaslanan kadın; kolaycı kadındır, asalak kadındır, bana göre 2. değil, 12. sınıf kadındır sözlerimle, edilgen kadınları baştan çıkarıp, kışkırttığım için…
Matemdeki madamların donandığı gibi kara, kapkara, iç karartan renkler yerine, en göz alıcı renklerin aşkına düştüğüm için…
Oraya mı konayım, buraya mı diye karar veremeyen nazlı bir kelebek edasıyla parmaklarımın ucunda yürürken; sözel sarkıntılıkları karşısında sövgülerin en sunturlusunu erkeklere lütfettiğim için…
Kızım tarafından sürekli eleştirildim…Bu eleştirileri sonlandırmak amacıyla tırnaklarımın her birini bir başka renge boyayıp, her parmağıma da pek çok yüzük takıp onunla birlikte oryantal dans derslerine gitsem bile ona yaranamadım…Ne yapsam, ağzımla kuş tutsam, her şey boşuna; dinmiyor evdeki fırtına…Çünkü kızıma göre benim bir tek konuda becerim var ki o da dağınık olmak, evin her köşesine virus gibi yayılmak…
Sanki ne olurmuş ben de herkesin annesi gibi kekler, börekler, katmerli göbekler için kaygılansaymışım…Doğum günü, anneler günü, bayram, seyran; beklediğimde bir armağan, yetinseymişim inci, altın, pırlanta gibi kuyum türevleriyle…O koşullarda eleştirmezmiş beni kulaklarımın her birindeki beşer tane küpe deliği nedeniyle…Ama benim derdim, sürekli değişen teknolojik oyuncaklardan edinmek; evi teknoloji çöplüğüne çevirmekmiş…Yaşıtlarım gibi alçak gönüllü olmalıymışım; yalnızca chatır, chatır lafazanlık edebileceğim bilmem kaç megabaytlık dizüstü ile kendimi oyalamalıymışım…
Bense tutturmuşum sinema perdesi gibi bir ekran, bellek kapasitesi en üst sınırda, en az 7 saatlik batarya, böylesi olmazsa gerisi benim için fasarya diye… Bir de şükrediyormuş hanımefendi, neyse ki tek parça inmişim motosikletten…Yetmezmiş gibi beni yoksun bıraktığı rüzgarla yarışmaktan bir de yemin, billah eşliğinde söz verdirmeler motosiklet serüvenlerime son vereyim diye…
Yunan tragedyaları anlata dursun anneler ve kızları ya da babalar ve oğulları arasındaki çatışmaları; benim yaşadığım (ya da hınzırca yaşattığım) tragedya sığar mı hiç kitaplara ?...
Ve biliyorum ki sizin evlerde de var benim benzerim birer anne…Sizler de onlardan yakınıp duruyorsunuz, geliyor kulaklarıma…
Bu kadar eleştiri, bu kadar yakınma; ama sakın unutmayın kızlar, bu işler sırayla…Gün olur da ardınızdan koşar adım gelince sizin kızlar; kim bilir onlar sizlerden nasıl yakınırlar ?...
Üstelik ne kadar yakınırsanız, yakının bizlerden; anlasanız da, anlamasanız da bizlerin kendimize özgü değerlerimizi, seçimlerimizi, yaşamda böylesi keyifler, gustolar da var deyişlerimizi…Odaları dağıtıyoruz ama kolay, kolay kendimizi dağıtmıyoruz ve dağılmıyoruz yaşamdan dışlandığımızı düşünerek…Ve üşenerek yaşamıyoruz; kendimizi mutlu etmek için edindiğimiz uğraşlar sırasında köşe, bucağa yayılsak da…Bu nedenledir ki affınıza sığınarak itiraf ediyorum ki kızlar; elektrikli Elektra olur musunuz, olmaz mısınız bu sorunun yanıtı bir yana, biz anneler olarak belki bir parça radyasyonlu menopozdaki dilberleriz ama artık bizler, kesinlikle sizlerin bildiği geçmişte varolan, geçmişte kalan o annelerden değiliz !... Hiç değilse anlaşalım bu konuda !...