KAR
Biz çocukken, karlı bir ilk sabaha uyandığımızda; annemiz anımsatırdı her yıl, usanmadan bir kez daha “karla yıkayın yüzünüzü” diye…
Eğer karla yıkarsak yüzümüzü; sanki aşı yaptırıp da bağışıklık kazanacakmışız gibi soğuğa karşı, o kadar da çok üşümeyeceğimizi söylerdi, inanırdık ona ve sevinçle koşardık sabah mahmurluğuyla bahçeye…Bekleşirdik çığlıklar atarak, gökyüzünde uçuşan kar taneleri bedenimize konsun diye… Ardından yerden avuç, avuç aldığımız karları sürerdik yüzümüze, kollarımıza ve ayaklarımıza, böyle hazırlanırdık karlı yaşama…
Bir de “kar helvası” yerdik, yaz günlerinde yediğimiz dondurmanın hazzıyla… Balkan yapımı emaye çanaklara doldururdu tertemiz karları annem ve üzerine kaşık, kaşık pekmez eklerdi. Karıştırınca karla, pekmezi; bulunmazdı o tadı, lezzeti belki de hiçbir tatlıda…
Oysa şimdilerde karlar, çocukluğumuzdaki gibi ne temiz, ne de yeterince beyaz… Çevre kirliliği nedeniyle ne yağan karın suyunu damıtıp içebiliriz, ne de saçaklardan sarkan buzdan kılıçları şekermiş gibi ağzımızda eritebiliriz…
Özellikle de kar helvası hazırlamak mı ?... Çocukluğumdan kalan tatlı bir anı yalnızca…
Kim bilir; belki de onun adını, tadını bilenler bile tek, tük kalmıştır aramızda…
YAŞAM
Yaşam; iki nokta arasındaki uzam…Bekleme hiç yukarıdakinden sana yapacak diye zam…
Giriş, gelişme, sonuç…Yaşamlarımız ödünç…Doğduk; yaşıyoruz…Tükenmez sandığımız enerjimizle…Üstelik de dolup, dolup taşıyoruz…Can borcumuz ödenecek sonuçta; Tanrı’ya/Allah’a/Budha’ya/Ulu Manitu’ya ya da Doğa’ya…Yine de selam olsun bu gençlikten bizlere…Ve bizlerden de bugün yeni doğana…İşin özü; tümden gelim, tüme varım…Yarın olmayabilirim, olmayacağım kesin…Ama bugün VARIM…
ATMA !...ÖRNEKLE !...
Türkçe elden gidiyor diye yakınan; profesöründen tut, aydın/baydın kimliklere, televizyonda dilbaz sunucu geçinen gevezelere…Ve elbetteki sokaktaki adama kadar…Ola ki her hangi bir konuda verilecek bir “örnek” konusu olduğunda; onlar “atıyor”…Bir başka deyişle herkes “atıyor”…
Değer verilmesini istiyorsan sözlerine/söylediklerine; ATMA !... ÖRNEKLE !...
Örnek veriyorum yerine, “atıyorum” diye başlarsan söylevine; “atıyorsun” diye, aldırış etmem, değer vermem sözlerine…
Bir kez daha yineliyorum; ATMA !...ÖRNEKLE !...
KENTSEL DÖNÜŞÜM
Arsa mafyalarından, emlak danışmanlık şirketlerine ya da toprağın karnını, bağrını yaran her kim varsa şu ülkede, usanmadan dedik onlara; HEY RANTİYE; KURMA ARTIK ŞANTİYE !...
Ne yazık ki artık şantiyeler kurulmakta HÜKÜMET eliyle; KENTSEL DÖNÜŞÜM bilmecesiyle…Ama yine de “kentsel dönüşüm” bağlamında, kanımızca yapılması gereken bir gönderme var ki duramayacağız düşürmeden dile…Nasıl ki 1999 depreminde, özellikle İzmit’de, geri almıştı deniz, aç gözlü insandan çalınan topraklarını…Sanki “kentsel dönüşüm” uygulaması da bir bakıma öyle; kentlerden, kentin güzelliklerinden çalınanların, geri alınması amaçlı bir işlem mi bu çalışmalar, acaba ne ?...
Çünkü…Ve “çünkü” öncesinde sormak istediğimiz bir soru:
KÖYLÜ; bu ulusun efendisi mi, yoksa tembeli mi ?...
Silah mı dayadılar bedeninin üzerindeki, düşünce organı beynini taşıyan kemikten kafesine ki tarım topraklarını sanayi alanlarına çevirenlerle işbirliği yapması için ?... Ve hemen atladı balıklama üzerine, kolay parayı görünce; toprağı işlemekten kaçınıp, göçerek kente ortak oldu pek çok soruna...
Sonrasında da lahmacun kokularıyla, arabesk yaşam tarzlarıyla; kente, kentliye, kent kültürüne saldırının bini bir para…Dün yaşananları hiçe sayıp da, şimdi bugün, öfkelenmek niye, “kentleri soylulaştırma” amaçlı bu girişimlere ?... Üstelik de kentliye hiç danışmadan, onun yakınmalarına, sakınmalarına aldırmadan, çok daha önce onlar dönüştürmemiş miydi kentleri; yaşanılabilir olmaktan uzak kocaman, kocaman köylere ?...