1968 yılı, 29 Ağustos saat 18:30 sıraları. GMT+3’e geçmeye neredeyse 50 yıl var. Sultanahmet meydanı boş sayılır. Banklara oturup namaz vaktini bekleyen bir kaç ihtiyar ve kucağında 2 yaşlarında bir çocukla etrafı izleyen genç bir kadından başka kimse yok. Bir de, arada geçip giden bitli turistler.*
Genç kadın boş bir banka ilişti. Çocuğu yanına oturttu. Oyuncak niyetine yerden bir dal parçası alıp eline tutuşturdu. Çocuğun şimdiye kadar hiç oyuncağı olmadığı için, dal parçasıyla oyalandı.
Bir kaç dakika sonra akşam ezanıyla, ihtiyarlar da terk etti meydanı. Çevreyi iyice kontrol eden genç kadın, sessizce banktan kalkıp ileride bir ağacın arkasına siper aldı.
Annesinin yokluğunu farkeden çocuk ağlamaya başladı. O ağladıkça annesinin kalbine bıçak saplanıyordu. Devriye gezen iki bekçi çocuğu fark etti. Yanına geldiler, sağa sola bakındılar, çocuğun anne ya da babası olabilecek hiç kimseyi göremediler. Kayıp olduğuna hükmedip çocuğu kucakladılar. Uzaktan seyreden genç kadın, derin bir oh çekti. Yavrusu devletin elindeydi. Bekçileri karakola kadar izledi. İçeri girdiklerinde, kan ağlayarak tek göz gecekondusunun yolunu tuttu.
Ertesi günkü gazetelerde Sultanahmet’te terk edilmiş bir çocuğun haberi, arka sayfalarda yerini bulmuştu.
***
Henüz 14 yaşında aynı köyden bir gençle evlendirmişlerdi Saliha’yı. Genç dediğin de 17 yaşında bir çocuk. Yoksulluğun gözü kör olsun, Saliha’nın yediği bir lokma ekmek fazla gelmişti babasına. Annesi olsa, belki başka olurdu ama o çoktan ölmüştü.
Saliha ve kocasını, iş bulur çalışırsınız deyip İstanbul’a gönderdiler. Saliha’nın amcası İstanbul’daydı. “Benim kendime faydam yok, size nasıl olsun?” deyip başından savdı.
Ellerindeki pek az parayla, gecekondudan ziyade harabeye benzeyen tek odalı bir yer kiraladılar. Kocası da, kendisi de iş arıyor, bir meslek ve sanatları olmadığı için bulamıyorlardı. Arada gündelik bir iş bulunca seviniyor, aldıkları yevmiye ile üç beş gün idare etmeye çalışıyorlardı.
Günler böyle geçerken, aylardır adet görmeyen Saliha bu durumu komşu teyzesiyle konuştu.
Komşu teyze; “Sen hamilesin” dedi.
“Nereden anladın Refika teyze?”
“Kızım, hakikaten cahilsin. Kadın hamile kalınca adeti kesilir.”
“Sahi mi söylüyorsun?”
“Of kızım, of! Sizi nasıl gönderdiler bu İstanbul denen kurtlar sofrasına?”
Yarı aç, yarı tok yaşarken bir de bu çocuk! Karı-koca kederlendiler. Zerre sevinemediler. Başa gelen çekilir deyip kapadılar konuyu.
İlerleyen hamileliği nedeniyle ara sıra da olsa iş bulup çalışan Saliha, artık onu da yapamıyordu. Günler açlık ve sefaletle sürüp giderken nihayet doğum sancıları başladı. Gecekondu mahallesindeki bu işlerde tecrübeli yaşlı bir kadını çağırdılar. Allah rızası için parasız geldi kadıncağız. Doğumu yaptırdı. Her şeye rağmen, normal kiloda bir erkek çocuk dünyaya geldi. Eli-ayağı tam, sağlıklı bir bebek.
Yeterli beslenemediği için sütü de az olan Saliha, bebeğinin açlıktan ağladığı her dakika göz yaşlarına boğuluyor, elinden bir şey gelememesinin çaresizliğini yaşıyordu.
Bir akşam kocası çıkıp geldi. Askere gidiyorum deyip bir kaç eşya aldı. Sabah gitti ve bir daha haber alamadı Saliha. Bir başına kalmıştı koca İstanbul’da. Bir de bebeği.
Günler, aylar geçti. Bir mektup bile yoktu kocasından. Mahalledeki vicdanlı insanların getirdiği bir tas çorba ile yaşamaya çalışıyordu. Hemen yanı başındaki gecekonduda oturan ev sahibi, kira istemeyi çoktan bırakmıştı. Elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordu. Ama nereye kadar…
Çocuğunun adını bile koyamamışlardı bu hengamede. (Ya da davetsiz misafir diye aldırış etmemişlerdi.)
Artık 2 yaşına gelen çocuğunu evde yalnız bırakıp, bulabildiği gündelik işlere gitmeye başladı Saliha. Tüm gün aç kalan ve bezi değiştirilmemiş yavrusu içini parçalıyordu. Üstelik çaydanlığı düşürüp sıcak suyla sağ kolunun iç tarafını, tam da eklem bölgesini yakmıştı bebeği. Ne çok ağlamıştı yavrucak. Ne doktor, ne yanık merhemi. Komşudan alınan bir kaç damla zeytin yağı sürmüştü. Bir faydası olmamış, büyük bir yanık izi kalmıştı.
Uzun uzun düşünüp, bakımsızlıktan ölmesindense evladını devlet korumasına bırakmaya karar verdi. Ama bir gün mutlaka geri almak şartıyla…
Bir mektup hazırlayıp çocuğunun göğsüne yerleştirdi. İstanbul’un en güvenli yeri olduğunu düşündüğü Sultanahmet meydanına gitti.
*Bitli Turist: Beş parasız, otostopla dünyayı gezen, uyku tulumuyla parklarda yatan turist gurubu. O yıllar Türkiye’nin bilançosunda, bu tür turistler çoğunluktaydı.
. . / . .
Yazının devamı yarın yayında…
Hayatım Roman Değil, Saçma Sapan Bir Hikaye – 1 – Koridor Hikayeleri