Dünyaca ünlü Rus yazar TOLSTOY; “ İnsan Neyle Yaşar ?...” sorusuna yanıt aramış…Kuşkusuz ben Tolstoy olmaya soyunmadım, öykünmedim ama bu yazımda birazcık ondan esinlenerek “insan ne için yaşar ?” sorusuna yanıt aramaya çalışacağım…
*ŞİŞAYAK’ın Tragedyası
İsa’dan çok öncesinde; bir kral vardır, doğal olarak da onun bir kraliçesi…Kraliçe bir çocuk doğurur ve onların tanrısı bu çocuğun babasını öldüreceğini bildirir. Bunun üzerine kral ve kraliçesi böyle korkunç bir felaketi yaşamamak için ayaklarını bağlatıp, çocuğu bir dağa attırırlar.Dağda sürülerini otlatmakta olan bir çoban; çocuğu kurtarır, bir başka çoban aracılığıyla, yine bir başka kral ve kraliçeye verir, çocukları olmadığı için onlar da bu çocuğu evlat edinirler.
Ölüme terk edilmek amacıyla ayakları bileklerinden delinerek bağlanmış olan bu çocuğa; bağların etkisiyle ayakları şişmiş olduğundan ŞİŞAYAK adını verirler. Bir saraydan atılan çocuk, bir başka sarayda büyür. Günün birinde bir tartışma sırasında kendisine “uydurma evlat” denilince de, içine kuşku düşer ve gider bir kahine(bilici) başvurur. Bilici ona kimin oğlu olduğunu söylemez ama babasını öldürüp, anasıyla evleneceğini bildirir. O da ana-baba bildiği kral ve kraliçenin sarayından kaçar, onlara zara vermesin, bilicinin söyledikleri gerçekleşmesin diye…Oysa saraydan ayrılmakla; felaketinden kaçmak yerine, felaketine koşmaktadır ŞİŞAYAK…
Bu kaçış sırasında, bir yol kavşağında karşısına bir kral ve adamları çıkar…Yoldan çekilmesi için bağırır ve onu kırbaçlar kral…Öfkelenen ŞİŞAYAK öldürür kralla adamlarını ve yoluna gider… Derken bir kente ulaşır; kentin kapısında bir canavar vardır, gelip geçen bilmece soran…Ve bilmeyenleri de parçalayan…
Bu kentin kralı ölmüş olduğundan, kraliçe ve erkek kardeşi; her kim bu canavarı öldürecek olursa, onun kentin kralı olacağı sözünü vermişlerdir. ŞİŞAYAK da şansını denemk ister ve canavar da sorar ona, o günlerden bugünlere değin unutulmayan o bilmecesini ve derki:
- Sabahleyin dört, öyleyin iki, akşam üç ayaklı yürüyen yaratık hangisidir ?...
ŞİŞAYAK yanıtlar bilmeceyi:
-İnsandır…Çocukluğunda iki eli, iki ayağıyla yürümeye çalışır. Büyüdüğü zaman iki ayağıyla yürür, yaşlılığında da bir deneğe dayanır.
Yenilen canavar hırsından kendini öldürür ve böylece ŞİŞAYAK tahta geçer, bilmeden “gerçekte anası olan” kraliçenin kocası olur. Çünkü yolda öldürdüğü kral öz babasıdır.
ŞİŞAYAK’ın iki erkek, iki de kız çocuğu olur anasından, aynı anda da kardeşi sayılan…Ve sonunda tanrının bildirdiği felaket de gerçekleşmiş olur; ne yazık ki kaçamamıştır insan yazgısından…
Çok geçmez kentte veba, kıtlık baş gösterir. Bir kez daha biliciye danışırlar ki bilici kralı öldürenin kentte yaşadığını, ondan kurtulmadıkça kentin de beladan kurtulmayacağını bildirir.
ŞİŞAYAK da bu belanın sorumlusunu aramayı bir kral olarak kendine öncelikli görev bilir ve başlar önceki kralı kimin öldürdüğünü, dolayısıyla kimin bu felaketler neden olduğunu araştırmaya…
Bu araştırmaların sonucunda ne yazık ki ulaştığı kişi; kendisidir…
Gerçek ortaya çıkınca; annesi kendisini asar. Annesinin giysilerindeki altın iğneleri alarak, gözlerine batıran ŞİŞAYAK kendisini kör eder…
İşte bu ŞİŞAYAK’ın başına gelenler; o günlerden, bugünlere düşmez dillerden. Freud bile beslenir bu öyküden ŞİŞAYAK ki Eski Yunan dilindeki adıyla OIDIPUS adlı bu kralın başına gelenlerden etkilenerek; Oidipus Kompleksi diye bir kavram ileri sürer.
Sophokles’in eski Yunan’dan günümüze değin yaşayan bu ölümsüz tragedyasında, Oidipus’un endişesi karşısında Kraliçe İokaste (ki onun gerçek anasıdır) der ki;
-Durmadan işkence mi edeceksin kendine ?... Kaderin oyuncağı olan insan, ne bilir başına gelecekleri ?...En iyisi kadere razı olmak…Ananla evlenmek tehlikesi seni ürkütmemeli; rüyalarında analarıyla yattığını görenler çoktur. Böyle şeyleri hiç aklına getirmeyen insan hayata kolayca dayanabilir.
Sophokles’in, Kraliçe İokaste’ye söylettiği; “Ananla evlenmek tehlikesi seni ürkütmemeli; rüyalarında analarıyla yattığını görenler çoktur” sözleri rüyada, düşte kalmayaıp ya gerçeğe dönüşürse, dönüştüyse ?...
*Günümüzden Bir İokaste ya da Ensest İtiraflı İkili Bir Söyleşi:
Şu sanal ortam; sanki toplumsal yapımızın Turnusol kağıdı kağıdı…İnsanlar asit, yoksa baz mı anlıyorsunuz…Çünkü çekinmeden iç yüzlerini döküyorlar ortaya; açılıyorlar sanala kınanma, ayıplanma, aşağılanma, dışlanma kaygısı olmadan belki arsızca, belki utanmazca, belki de umarsızca…Ama tenselliklerinin yanı sıra, tinsellikleriyle de çırılçıplak soyunuyorlar sanal kamusal alana…
Ve şu son günlerde, ulusal kanallarda reklama girmesin uyarıları eşliğinde “sosyal media” olarak tanımlanan “yüzler kitabı” aracılığıyla, öylesine yüzsüzce, utanmazca, arsızca, usdışı, anlaşılmaz ve yorumlanması oldukça zorca olaylara tanık oluyor ki insan; şaşkınlıktan sanki duracak beyinler…
2013 yılının 8 Mart Dünya Kadınlar Günü öncesi, sonrası ve kuşkusuz çok sonrası da…Sokaklar kanlı kadın boyası…Dövülen, öldürülen, cinsel, tinsel, onursal, hukuksal saldırılara uğrayan kadınlar için kaygılandıkça, çabaladıkça beynim/dilim/sözlerim/yazılarım…Öylesine olaylara tanık oluyorum ki…Bilemiyorum; yoksa boşuna mı benim çabalarım diye sorgulamadan edemiyorum…Ve bu yaşananlara duyduğum öfkenin ardından bazen de diyorum ki; evet feministim, ama yalnızca kendim için !...
Ben hangi kadınlar için çırpınıyorum ?...
8 Mart 2013 günü, şu yüzler kitabı aracılığıyla, bir kadının arkadaşlık önerisiyle karşılaşınca; her zamanki gibi onaylamadan önce bu isteği, inceledim sayfasını… Hem Atatürklü, bayraklı, hem de kandil kutlamalı dualı bir sayfa ve sayfadaki arkadaş adayı da 70 doğumlu bir kadın ve ben de doğal olarak onayladım… Onayımın ardından bir iletisi geldi ve sonra karşılıklı yazışmalarımız başladı. Ve anlattıkları çoğaldıkça yanında bir uyarı; kimseye söylemeyin diye…
Kuşkusuz ben kimseye söylemem, yalnızca yazarım, etkilendiğim olayları, aldığım duyumları yazılarım aracılığıyla okurlarımla paylaşırım… Sorun yok kimseye söylemem; kesinlikle…
Elbetteki bu söyleşimin ortağının adı bende saklı kalmak koşuluyla…
*Bugünlük bu kadar; yazımızın arkası yarın...Uzun, uzun yazarak, değerli okurlarımızı sıkmayalım...