Mevkufsunuz söylemi; çok eski siyah beyaz Türk filmlerinden bir repliktir çocukluğumdan beri anılarımda yaşayan…
Kötü adamları yakalar Türk Polisi ve tek bir söz söyler:
- Mevkufsunuz !…
Oysa bizler, Türk filmlerindeki suçlulardan da beter, tümden mevkufuz; bilimdense gericiliğe, gönençtense yoksulluğa, aydınlanmadansa karanlığa, dinsel hoşgörüdense yobazlığa, toplumsal saygıdansa yozluğa, niteliktense ayak takımının değer yargılarına…Mevkufuz, Türkçe söyleyişle tutukluyuz…
Doğaldır ki bu tutukluluğumuz nedeniyle, ussal ya da usdışı cıvıldaşmalarımızla laf ebeliği yaptığımızı sandığımız sosyal medyada bile 140 harf içine anlamlı bir tümceyi yerleştiremezken..Elin oğlu bilimsel sorunlara kısa yanıtlar aramış ve 140 harfle bilimsel gerçekleri yorumlamış ve böylece EVREN TWİTLENDİ kitabını yazmış…Buna karşın biz okuma, yazma üşengeci olduğumuz için; konuşma özürlü olmaya ve dolayısıyla düşüncelerimizi az, öz sözlerle yansıtmaya, onları düşüncelerimizle birebir örtüşür biçimde dışa vurmaya yeterli olamıyoruz…
İşte bu nedenle mevkufuz; kültürel varlığımızın en önemli ögesi olan dilimizi kullanamama yeteneksizliğine, yetersizliğine…
Şu Amerikalılar sanırım çok koşmaktan çabuk yoruldular. Kolay mı öyle olmayan geçmişine tarih ve kültür oluşturmak, sınırsız ve sorumsuz egemen ve sömürgen olma içgüdüsüyle Dünya ülkelerinin altını, üstünü karıştırmak ?... Gerçi her konuda olacağım diye big, big; sonunda başladı onlarda da panik, sanırım artık yorgun düştüler… ya da bu konuda yeni kandırmacalar üretmeyi uygun gördüler ve son yıllarda gündeme getirdikler şu “yavaş şehirler” sorunsalını…
Belki de fast food beslenmeden sonra, quickly, quickly yaşamak da gerdi onları; bu yeni kavramı piyasaya sürdüler.
Oysa Akdeniz Ülkeleri’nde yaşam biçimi değil midir siestalı şehirler, yavaş kentler ?...Süzüle, süzüle, imbiklerden geçirip yaşanan anı, yaşamaz mı Akdeniz halkları ?... Bizim şu tercüme/çeviri bilgileriyle, tercüman/çevirmen bilginlerimizin son birkaç yıldır Amerikalı’dan arakladığı bu kavram; belki İstanbul için geçerli bir ölçüde…Ve endüstriyel kirlilikle boğuşan Bursa’da ve de birkaç büyük kentimizde…Bilindiği gibi sakin Başkentli bile yorgun düşmekte ülkemizin Batısı’nda…
Bilindiği gibi büyük bir çoğunlukla Ülkemiz’de asude geçer zaman…Zaman değildir halkımızı hız içinde kovalayan bir azman…Sardunyalı bahçelerde, dost muhabbetler eşliğinde demlenir çaylar, keyifle içilen kahvelerin ardından umutlara açılır fallar…Karbon monoksit yerine hanımeli, yasemin, manolya, gül kokularıyla sevişir solunan hava…İşporta parfüm yerine kadınlar kokar misler gibi doğal lavanta…
Ama ne yazık ki ve de kabuğundan çıkıp da kabuğunu beğenmeyen sümüklü böcek örneği, bizleri küçümseyip elin Amerikalısı’na öykünen çok bilmişler ve de bilge geçinenler ilgilenirler onların ağızlarından çıkan her sözle, söylemle…Üstelik de tanımadıklarından yaşadıkları toplumu tereciye tere satmaya kalkarlar ki son yılların en moda ürünü de yavaş şehirler…
İşte bu nedenle mevkufuz genlerimize işlemiş yaşam biçimimizi, kültürel birikimlerimizi, bilgeliklerimizi görmezden gelip de…Bizlerin yaşam deneyimlerinin birebir karşılığı olan ne varsa onlar hakkında, ola ki Amerikalı söz söylediğinde üç, beş tümce, ileri sürdüğünde “kendine özgüymüş formatında” herhangi bir düşünceyi…Ve onları değerli/doğru/bilimsel içerikli sananlar yüzünden Amerika’yı değil ama, kendi kültürümüzü yeniden, yeniden keşfetmeye, öğrenmeye, çok bilmişlerden ukalaca öğütler duymaya/almaya mevkufuz…
Çok uzaklarda değil, henüz yakın sayılabilecek geçmişimizde, Big Brother’ın Our Boys’unun generali Kenan Evren; ülkeyi teslim etti devren dincilere…Az mı yazdı Uğur Mumcu RABITA’yı ?…Tehditler karşısında göremedi onu koruyan polisi, zabıtayı…Ve patladı bombalar… Bugünlerde RTE’ye saldıranlar; şöyle bir dönüp geriye baksalar, 80’lerde başladı din derslerinde zorunluluk, TÖ döneminde…Şeyhler, şıhlar onuruna kuruldu sofralar Çankaya’da…Yine TÖ döneminde; Fatih Ürek türevlerinin himayesinden sorumlu zevceler gittiler Devlet parasıyla hacca ve elbetteki futbol izlemek için maça…Ve dahi Devlet’in TRT’si dönmeye başladı arabesk kültürle yoğrulmuş gece kulübü/pavyona…Din adına dinci (değil dindar) ve Laik Cumhuriyet’e kindar genci, yaşlısı, erkeklisi, kadınlısı; ellerinde yeşil bayraklarla yürüdüler ben gibi sıradan devlet memuru kimlikli yurttaştın bile üzerine, gözleriyle gören polis memuru da “bişeycik olmaz” diye aldırmadı yakınmama… Günümüzün toplumsal alt yapısı dönüştürülürken, oluşturulurken 6. yy ilkelerine doğru, işte bugünlerde aydın geçinenlerin pek çoğu; o günlerde alkole bulanmış kafalarıyla saklanmışlardı kuytulara…Sonrasında çıktılar kürselleşme bağlamında; dönüşüm geçirmiş yağdanlıklar olarak girdiler el,etek öpmek için sıraya…
Bugün hiç gerek yok RTE’nin düzenine öfke duymaya…Çünkü ipin ucu çoktan geçmişti 90’lara ulaşıldığında; dünün devrimci aydını ayaklarında düzenle çelişenler, daha sonrasında Saros körfezinde değil ama Soros atelyelerinde dönüşüm geçiren (Kafka’nın böceği gibi) bu yeni kimlikli işbirlikçilerin desteğiyle…Bir de ne görelim dünün ateistleri, günümüzün tefekkür sahibi; dilde din, iman, Devlet’in Ulusu anlayışıyla değil, ümmet-i Müslüman olmanın aşkıyla coşan bilim değil ilim, irfan sahibi oldular. Tanrısal aşkla dolu bir tevazu içinde sararıp, soldular…Dün işçiye emekçiye devrim için “zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok diye” gaz verenler, imanlı yeni kimlikleriyle kasalarını, ceplerini, cüzdanlarını doldurmaya hız verdiler.
Dolayısıyla bundan böyle bizler de, bu dönüşüm geçiren zevatın yardımı ve işbirliğiyle; gericiliğe, yobazlığa, bağnazlığa, ikiyüzlülüğe, takiyyeye, yalana, maddi ve manevi her türlü sömürüye, talana mevkuf olduk…
Bu yaşananları yanlışlık, yanılgı, yozluk, ülke ve ulus üzerinde sisli bir tozluk, gelecekte uluslar arası alanda bir yalnızlık olduğuna ilişkin çokça eleştirirse yurttaş; mevkuf olur tutsaklığa, yasaklanmaya, belki de sonsuz uykularda susturulmaya…
O kadar yazdı George Orwell açılsın gözlerimiz diye şu BİNDOKUZ YÜZ SENSENDÖRT romanını… Orwell’dan öncesinde de, Bentham; modern iktidarın anlaşılması bağlamında üşenmedi, oturdu yazdı PANOPTİKON adlı metni…Ardından Michel Foucault işledi aynı konuyu HAPİSHANENİN DOĞUŞU adlı çalışmasında…ve daha yakın bir zamanda PANOPTİKON:GÖZÜN İKTİDARI üzerine çok yazarlı bir kitap ve benzeri pek çok çalışma yapıldı, yazıldı, yayınlandı…Ama ne işe yaradı ?... Big Brother bizi gözetliyor diyerek ağızlara sakız edildi ama onun düzeneği DEEP BLUE’ya kendi özgür istenciyle teslim oldu, bağlandı herkes. Paylaşılmadık gizlisi, saklısı, acısı, tatlısı kalmadı hiç kimsenin; ne varsa içinde döktü, ağlandı.
Gönüllü bir katılımla, üstelik de para ödeyerek; WORLD WIDE WEB tutsak evinin bataklığına saplandı insanlık. Teknolojik oyuncaklarıyla herkes bedenine de, benliğine de sanal prangalar taktı…Kim nerede ?...Ne yapıyor ?...Ne diyor?...Kimseler sormasa da herkes kendiliğinden söylüyor…Herkes her şeyi biliyor…
İşte bu nedenle mevkufuz DEEP BLUE adlı sanal gözün iktidarına, ağa takılan sinekler gibi… Marquis de Sade yaşasaydı eğer ne söylerdi günümüzün insanına ?...Bizler gibi kendini gözetleyene gönüllü olarak tutsak olana; çağdaş mazoşit mi acı-sever mi, eziyet-sever mi ?...
Ne derdi acaba değerli Üstad bu gönüllü, ama usdışı tutsaklık durumuna?...