Biz Yeşilçam filmleriyle büyüdük…O filmlerin oyuncularını da gözlerimizde büyüttük…
Ulaşılmazdı onlar; güzel, yakışıklı, cazibeli, çekici, varlıklı, becerikli…
Filmlerdeki öyküler öyle anlatıyordu bize; film yıldızlarını, sinema artistlerini…
Ve ülkemizin gözbebeği kenti; İstanbul’u…Ve İstanbul; siyah-beyaz Türk filmlerindeki düşlerimizin kenti…
Boğazın iki yakasına eteklerini yaymış da oturmuş bir prenses, bir sultan, belki de bir kraliçe…Gücün, güzelliğin büyülü kenti İstanbul ve sinema artistleri…Yeşilçam öyküleri de bize onların ayrılmaz birlikteliğini öylesine işlemişlerdi ki benliklerimize, eğer o günlerde sorulsaydı “İstanbul kimin ?” diye; film yıldızlarının, sinema artistlerinin diye yanıtlardık bu soruyu büyük çoğunlukça…
İstanbul; siyah-beyaz film yılları boyunca Yeşilçam artistlerinindi. Orhan Günşiray’ın, Neriman Köksal’ın, Ayhan Işık’ın, Belgin Doruk’un, Göksel Arsoy’un, Fatma Girik’in ve özellikle de “kitapsız ilim, Ahmet Tarık Tekçe’siz film” olmayacağına göre kesinlikle Ahmet Tarık Tekçe’nin ve elbetteki Vahi Öz, Mualla Sürer, Mürüvvet Sim ve Hulusi Kentmen’indi…
Ya Ayşecik ?...O İstanbul’a sahip tek çocuktu…Parla Şenol, Alev Oraloğlu ortak olmak isteseler de onun İstanbul’una, tartışmasız Zeynep Değirmencioğlu’nundu İstanbul, en yoksulundan, en varsıl kıyısına, köşesine, harabesine, köşküne değin…
Renklendikçe filmler, siyah-beyaz filmlerin yıldızları düştükçe griye; İstanbul biraz daha sokuldu kurnaz, üç kağıtçı, kaypak, köşe dönücü, kolaycı serseriye…
80’lerden sonrasında da İstanbul; orta direğin bel vermesiyle, el verdi borsacıya, mafya tarzı arsacıya, hayali ihracatçıya, yolsuzluklar sonucu ortaya çıkan türeme varsıllara…Bir başka anlatımla; İstanbul’un tapusu çıkarıldı sonradan görme çarıklı erkanına…Ve dünün Yeşilçam filmlerinde; “bunları eğitmek yerine, öğüteceksin, yok edeceksin” diye tanımlanan taşralı, kırsal kökenli fırsatçı magandalara…Ki onların elleri ekmek tutmak yerine, sürekli fırsat kolluyor ve ayakları kapkaç için koşuyordu…
Kırdan kente göçen; dün aç yatarken, daha sonra kentte köşe başlarını tutup, racon kesen ve birazcık da kentin sunduklarından, olanaklarından yararlanarak bazen de çocuklarını okutan bu yeni kentliler her geçen yirmişer yıllık yaşam deneyimlerinin ardından…kimileri devrilse de kentin yozluğunda, çöplüğünde…kimileri de evrildiler ve kentin yeni sahipleri saydılar kendilerini…
Bugün bunların bir bölümü tarikat zenginleri olup, otoriteyle hareket ederken, diğerleri de daha düne kadar “resmi söylemce” ötekileştirildiklerinin bastırılmayan,gizlenilmeyen kiniyle, öfkesiyle kenti; kendilerince sahiplendiler…
Dün lahmacun kokularıyla, gecekondularıyla, arabesk müzikleriyle genelde İstanbul’u, özelde Beyoğlu’nu işgal ediyorlar diye yakındıklarımız; bugün bir bakıma İstanbul’un, özelde de Beyoğlu’nun tapusunu kendi üstlerine çıkarmışçasına kenti sahiplendiler…Yalnızca İstanbul’u mu ?...Bursa’yı da, İzmir’i de sahiplendiler…Bugün ola ki onlara “kentler kimin?” diye sorulduğunda; hep bir ağızdan “bizim” diye yanıt vermekteler…
Kentleşme ve kentlileşme bağlamında Kemal KARTAL’ın kente uyum sürecinde gerekli/geçerli saydığı süre olan 20 yılı kentte geçirmiş, geçirmekle kalmamış bu kentte doğmuş, ana-babası dünün gecekondulusu bu nesil; her gün, kentin her köşesinde binbir türlü fasılla “İstanbul kimin ?” diye kafa tutuyor yerel ve genel yönetimlere… Ve yok sayarak kentin gerçek sahiplerini; İstanbul bizim, Beyoğlu bizim, sokaklar bizim diyorlar gaylerle, lezbiyenlerle, pkk yandaşı bölücü örgütlerle… Ve yine bugün küçük kentsoyluluk yolunda elitist/seçkinci düşler kurarak;”İstanbul kimin?” diye hesap sorarken, dünde yarattıkları yıkımları görmezden, bilmezden, anımsamazdan gelip, bugünün düzenlemelerinin, değişimlerinin karşısında duruyorlar.
Bu kent virgine/bakir bir kent miydi ?...
Öncelikle siz saldırdınız ormanına, en güzel manzaralı tepelerine…
O günlerde tepelemedi de kentli sizleri, şimdi sıra size mi geldi ?...Bugün; dağdan gelip, bağdakini kovma dönemi mi ?...
İstanbul’un 7 tepesi ve Bursa’nın Kuştepesi, Teferrüç sırtları, Uludağ’ın etekleri; yapılaşma şöyle dursun, neredeyse adım atmanın yasak olduğu orman sınırlarının içi; garibanın gecekondusunun ötesinde, şark kurnazının 5 katlı apartmanıyla tecavüze uğradı.
Ve bizler bu yaşananlara öfke saçtık; ama ne yazık ki “oy uğruna” hiç kimseler aldırmadı… Ve o günlerde kentlere saldıran, kentin topraklarını, hazine arazilerini çalan, gasp eden o günlerin kent soysuzlarından türeyen ve bugün kendini kentin soylusundan sayanlar “İstanbul kimin ?” çığlıklarıyla her gün sokaklardalar.
İstanbul bir simge bu yaşananlar bağlamındaki yakınmalarda ama Bursa, İzmir ondan çok mu başka bir durumda ?... Elbetteki onlar da külliyen işgal altında…
9 Eylül’de İzmir, 11 Eylül’de Bursa; Yunan’ı denize döktü ama…Bunlar Bursa’yı, İzmir’i yakan Yunanlı’dan daha beter kentlerimizi verdiler ateşe; yaktılar, yıktılar, talan ettiler kentleri ve kentli kültürünü…Ve şimdi kentsel dönüşümde en çok yaygara koparanlar da onlar ?... Dün kenti; yakan, yıkan, işgal eden, kentin topraklarını kirleten saldırganlar…
Kentlerin gerçek sahibi olan yurttaşlar; yasalar karşısında saygılı, boyun eğmiş otoriteye, üstelik de haksızlığa uğradığını bile, bile…Ama dün kente gelip kentin doğal,tarihsel ve kültürel değerlerini tozumaya uğratanlar, kentin gerçek sahiplerinin gönencinden çalanlar bugünlerde de kavgalılar kentlerle, kentlilerle, onların bunca yıldır bozduklarını düzeltmek isteyenlerle…Ve kurunun yanında yaş da yanar örneği; onların bozduğu kentleri yeniden düzenlemek isteyenlerin elleri kentin yerleşiklerinin düzenine de dokundukça…Yine düşüyor usumuza; “bu kentler kimin ?” sorusu… Kentsel dönüşüm sürdükçe dağılmayacak kentlerin gerçek sahiplerinin geleceklerine, konutlarının sahipliğine/iyeliğine ilişkin kaygısı, korkusu…