*Şiir dediğin;
Sözcükler; yürekten değil, lugat kelamı uyaklı, kafiyeli…Anlaşılırlık; sudoku bilmecesi…
İzlek, içerik; tamam kadın düşmanı Sokrates’e, Platon’a karşıyız da, yazılanlar sanki birazcık
Karagöz-Hacivat gülmecesi…
Mısralar, dizeler ardı ardına; konvoy ya da tren katarı ve ritm öylesine hızlı ki sanki atlı posta tatarı… Sindiremedikten sonra içine, toprağın suyu içtiği gibi; olur mu arkadaş bu iş böylesine kolay ?...
Şiir dediğin, gerçekten şiirse eğer; ten değil ama, can yakar, yürek yakar…
Neylersin ki öyküler, romanlar gibi şiirler de artık piyasa işi… Kimin haddine düşmüş ki öyle kolaycasına şair geçinmek ?... Kaygılıyım şiir için de…
*Aydın dediğin;
Nasıl ki BDP’li Ahmet’in soyadı; TÜRK olmakla, ne Türk oluyor kendileri, ne de özümseyebiliyor NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE söylemini…
Ve aynen Ahmet’in TÜRK’lüğü gibi; son yıllarda AYDIN tanımlamasıyla piyasaya sürülenler de, birileri istedi diye bir çırpıda AYDIN olamıyorlar. Yalnızca ileri demokrasinin işbirlikçileri olarak ün, şan, nam ve para kazanıyorlar…
*Milliyetçilik;
Rusya; en çok Almanlar tarafından işgal edilmiş tarihi boyunca…13. yy.da ve II. Dünya Savaşı’nda… Alman işgaline karşı, Rus milliyetçiliğini güçlendirmek için de filmler bile yapılmış ki en bilineni; Alexander Newski…
Bununla birlikte Rusya; bir Alman Yahudisi’nin ileri sürdüğü kuramı, ideoloji olarak benimsemiş ve ülkesinin yönetim biçimini de Marx adlı bu Yahudi’nin ekonomi-politik değer yargılarına göre biçimlendirmiş…
İşte bu Rusya’nın Alman işgaline başkaldırısı, dolayısıyla milliyetçiliği her dem kutsanıyor ve erdem sayılıyor. Ama bizlerin milliyetçi duyguları sürekli aşağılanıyor, kınanıyor, örseleniyor ve giderek törpüleniyor ki son yıllarda ırkçılıkla eşdeğer tutulmaya başlandı…Bu nasıl çelişki, bu nasıl ikiyüzlülük ?…
Ve bizimkilere neler oluyor ?...Komünist olduğu dönemlerde Ruslar’a aşık…Faşist diye Alman’a düşman…Kendi ülkesinde yaşadığına pişman… Geçmişte Rusya gibi olmak için can verenler, ceza evlerine girenler…Oysa Berlin Duvarı yıkılana değin Demirperde Ülkeleri’nin yaşadığı dramlar ki Jack London’ın Demir Ökçe’si, Gladkow’un Fabrika’sı, Prag Baharı’nın anılarımızdan yitip gitmeyen o kanlı anıları, Mao’nun ardından dörtlü çetenin zalimlikleri, Vietnam’ın Korkunç Yengesi ve ille de Sovyetler’in Stalin dönemi…Hitler’i aratır mı insanlık dışı uygulamalar bağlamında ?...Ve daha yakın dönemlerde Şili’de, Arjantin’de yaşananlar ve elbetteki Bosna’da ve Azerbaycan’da yaşanan katliamlar…Bütün bunlar sağ ya da sol; totaliter düzenler…Ülkemiz de doludizgin sanki aynı yolun yolcusu ve dünün devrimcisi, ilericisi, solcusu alkış tutuyor bu yaşananlara… Ve onların kulakları tıkalı, gözleri kapalı, beyinleri dumura uğramış olmalı ki Dünya üzerinde emperyalizme karşı, halkıyla birlikte bağımsızlık savaşı veren bir Önder’e ve onun yolunu izleyenlere saldırıyorlar ve bu saldırıların bini bir para…90’lı yıllarla birlikte; ”Vatan, Millet, Sakarya edebiyatı yapıldığı” alayı ile başlayan aşağılama, hor görme ve bugün artık ırkçılık suçlamalarına dayandırılan hayasız yaklaşımlar… Ve bu saldırıların yapılmasını buyuranların borazancıları ki onların çoğu dünün; “bağımsız ülkem, egemen ulusum” diyen “sözde” devrimcileri ve onların günümüzdeki çömezleri…Artık onlar; ülkenin bölünmesi için varlar, savaşkanlar, savaşmaktalar…
*Transparan Yaşamlar;
İnsanın başına ne gelirse meraktan diye başlar argonun/sokakçanın bir tekerlemesi…
Geçmişte meraklı gözler ve sözler izlemeye aldığında onları; öfke saçardı bu ülkenin halkı…
Ne oldu, ne değişti de bugün meraklı gözlere; nazlanmadan, kendi kendimize teslim olduk. İşin gerçeği bir bakıma teşhirci yanımız, nispet yaparcasına üçüncü sayfa güzellerine; çırılçıplak soyunduk tinsel ve tensel gizemlerimizle şu sanal aleme…Oysa nasıl da öfkelenirdik dile düştüğümüzde, düşürüldüğümüzde şu dedikoducu el aleme…
Ve artık fink atıyoruz sosyal medya ortamında; tüm gizemlerimizle, tüm sırlarımızla, dışa vurumcu kişiliklerimizi bazen de soularıyla İstanbul… Ve Haliç’de balıkçıların ağları yerine, durumları hallice tarikat ağaları…İstanbul’u dinleyemiyorum artık çünkü beş duyum kapalı…
Beylerle, gayler arasında sıkışıp kalan Beyoğlu…Pera’da Madam Katia; kalan son şapkacı…Asıl şimdi yemiş yedi düvelin tokadını; Son Osmanlı İstanbul…
Yine de seni dinlemeye, anlamaya, yaşamaya çabalıyorum ama bu kez yoldan çıkaran değil, çıkartılan sen oldun, yüreğim senin için yanık…Velhasıl İstanbul bildiğin gibi değil be Orhan Veli Kanık…
*Kedi Gidince Farelere Kalırmış Meydan örneği;
Kurt kocamış; köpeklerin maskarası olmuş…Güvercin vurulmuş; kan revan içinde…
Atın nalı düşmüş; bulamamışlar ne yenisini, ne de eskisinin çivisini…
Arının işi bitmiş; sağda, solda çiçekten, çiçeğe konarken kırmış iğnesini…
Ampulleri haklayacağına, kendi oklarını kırıp; onlarla çarşafa dolaşanların marifetleriyle, ülke giriyor karanlıkla gerdeğe… Çözümsüzlüklerle kapılıyoruz girdaba… Geriye kalansa; dilimizdeki yorumlar ve bizleri yoranlar…Kim bilir daha ne yorgunluklar getirecek bize umutsuzluklara gebe yarınlar ?...