Yazarlar

Balkon filozofu

post-img

Mudanya Üniversitesi’nin kurucusu Gıyasettin Bingöl, okulun pinpon rektörü Hasan Tosun’un ağzından İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımı kınayan bir duyuru yayınlayınca açtım telefonu, “Bir üniversiteye düşen” dedim, “bildiri değil, eğer konuyla alakalı birikimi varsa, bilgi yayınlamaktır”.

 

“Bir yığın dernek, vakıf gibi kuruluşlar da yapabilir kuru kuru böyle bir şeyi. Bu gün yaşananlarla ilgili bir görüşün varsa ve bir üniversiteysen eğer, paneller sempozyumlar tasarlamalı, yayınlar çıkarmalı, meseleye 3 bin yıl önceden bakıp, Musa ve Harun’un asasından girerek, ahit sandığına ulaşmalı,  vaat edilmiş topraklardan çıkmalısın.”

 

Tabi, Yahudi tanrısının nebi olarak atamasını yaptığı pepe Musa’yla neden dünyada yanan bir çalının ardından konuştuğu da soruşturulmalı bu arada?!.

 

Bizimki 7 kat yukarı giderken, O’na tanınan bu imtiyaz niye?

 

Yahudilerin kendilerini niye üstün ırk gördükleri sorgulanmalı.

 

Buna karşılık Arap milliyetçiliğinden beslenip de Cennetteki konuşma dilinin Arapça olacağına inanan, insanlığın en mükemmel ve en yücesinin Araplar olduğunu düşünen, “Arapların en yücesi Kureyşli’lerdir, onların da en yücesi Beni Haşim Kabilesi’dir” diyen…

 

Bin beş yüz yıl boyunca Türkleri “yabani, vahşi, hain, gaddar, aptal, fikren yetersiz, hayvana yaklaşık, Tanrı’nın köle niteliğinde yarattığı, ayağının bastığı yeri kurutan ırk, kana susamış toplum, insanlık ve uygarlığa en büyük kötülüğü yapmış sürü, İslamiyet’i özünden uzaklaştıran ve söndüren, Araplara felaket getiren kavim” şeklinde tanımlayan, okullarında bunları öğretenler kimlerdir acaba?..

 

Gazze’de katliama girişen Yahudi liderin “Biz insanlarla değil, insan suretindeki hayvanlarla savaşıyoruz” demesini düşünüyorum da…

 

Bu iki milletin yani Arap ve Yahudilerin kendilerinin İbrahim soyundan geldikleri ve Tanrı tarafından kutsandıkları iddiası geliyor aklıma!

 

Ne İbrahim’miş be!

 

Hacer ve Sara arasında gide gele ileride milyonlarca insanın sonunu getirecek olaylar dizisini başlatmış meğerse!

 

O Arap ki, “kadınlar aklen ve dinen eksiktir, iki kadının tanıklığı bir erkeğinkine eşittir, namaz kılarken önünüzden köpek veya kadın geçerse namaz bozulur” diyecek kadar akılsız, cahil, bilim dışı bir varlık değil midir sizce de?

 

Peki ya Musa’nın araya girmesi sayesinde gökte tenzilat yapılıp Araplara 50 yerine günde 5 vakit namazın farz kılınmasına ne demeli?

 

Yüzyıllar boyunca tüm bunları “din” diye bize yutturdular…   

 

İsa dahil, İbrahim sonrasında “peygamberim” diye ortaya çıkanların tümünün İsrail oğulları soyundan geldikleri, aslında hepsinin birer kral ya da derebeyi olduğu genç nesillere hiç çekinip gocunmadan iyice belletilmeli.

 

Çölde ilerlerken gökten düşen bıldırcınların tanrı tarafından gönderilmedikleri, göç yolunda artık enerjileri tükenen hayvanların tesadüfen o bölgeye düştükleri anlatılmalı.

 

Bilim yapabilmek için özgür kafa yapısına sahip olabilmek şarttır, özgür kafa yapısına sahip olabilmekse bir “karakter” sorunudur.

 

Öyle ki batı dünyası sağlam karakterli düşünürler, bilim adamları ve aydınlar sayesinde insanlığı karanlık çağlardan kurtarıp, nurlu yarınlara çıkarabilmiş, uygarlık gelişmesini bu sayede yaratabilmiştir.

 

Bu dünya insana cesaret veren dürüstlük örnekleriyle doludur.

 

Socrates, Aristo, Pelagius, Abelard, Huss, Kepler ya da Russell gibi sayısız örnekleri ne yazık ki Arap milliyetçiliğinin peşine takılan ve bunu gerçek sanan bizler de çıkaramamış, İmam Gazali’ler, İbn Teymiyye’ler, İbn Haldun’lar, Katip Çelebi’ler ve hatta Namık Kemal ve benzerlerinin dümen suyuna girip, Orta Doğu’nun karanlık çöllerinde kaybolup gitmişiz.

 

Profesör İlhan Arsel’in “Biz Profesörler” isimli muhteşem çalışmasında bir tokat misali yüzümüze vurduğu gibi, kendilerini profesör ve aydın sanan öğretim üyelerimiz kürsülerden yıllarca aynı şeyleri yineleyip durmayı, öğrenciyi ezbere alıştırmayı bir meziyet sanmış, üniversitenin esas itibarıyla araştırma yeri olduğundan habersiz, Batı’daki bilim adamlarının yazdıklarına takla attırıp sanki kendi çalışmalarıymış gibi yutturarak ömür geçirmişlerdir.

 

Eski Yunan felsefesini keşfedip oralardan feyiz alan örneğin Farabi’ler, İbn Sina’lar, Al-Biruni’ler, İbn Haldun’larsa ne doğmalardan kendilerini kurtarabilmiş, ne de skolastik kafa yapısının dışına çıkmayı başarabilmişlerdir.

 

2010 yılında Amerika’da kaybettiğimiz İlhan Arsel’i Cumhuriyet döneminin gerçek bir aydını olarak tek geçerim, kendine akıl yolunu rehber tutan herkes her kitabını mutlaka satır satır okumalı.

 

Üniversite dediğin bilim üretir, daima gerçeğin peşinden koşar, politik goy goyculuğun kuyruğuna takılıp popülist bir yaklaşımla duyuru yapmak henüz yolun başındaki akademik bir eğitim kurumunun vazifesi olmamalı.

 

Hatta ucunda ölüm olsa bile!

 

Öğrencisi Platon tarafından kaleme alınan “Sokrates’ın Savunması” isimli kitaptan öğreniyoruz ki, ünlü düşünür bundan yaklaşık 2 bin 500 yıl önce “şehir tanrılarına inanmadığı ve gençlerin ahlakını bozduğu” gerekçesiyle “baldıran zehiri” içirilerek ölüme mahkun edilen Avrupa’nın bilinen ilk düşünce suçlusudur.  

 

Oysa Atina’nın şehir tanrıları çoktan ölüp gittiler amma velakin Sokrates düşünceleriyle hala yaşıyor günümüzde.

 

Nitekim aradan yüzyıllar geçtikten sonra “Tanrı öldü” diyen Alman düşünür Friedrich Nietzsche de bu gerçeğe işaret edecek, her ne kadar uzun da sürse “aydınlanmanın” er geç dogmaları yok edeceğini söyleyecektir insanlığa.

 

Çok çarpıcı betimlemelerden biridir:

 

“Ne zaman ki insanoğlu ibadet yerlerinin kule ve kubbelerine paratoner yerleştirdi, işte o gün Tanrı öldü!..”

 

Onlara “toprak” vadeden Yahudilerin tanrısı da günün birinde ölüp gidecek ve bu millet mutlaka yine bulundukları yerden kovulup sürgün edileceklerdir; tarih tekerrürden ibarettir çünkü!

 

Milli enstrümanları bile “kemandır” bunların; kaçarlarken sırtlarına takıp kolayca göç edebilsinler diye!

 

Alışıktırlar kovulmaya!

 

Çocuk öldürmek nedir ya?!.

 

Göç yolunda sakat kalan “gureba-i laklakanlar” için bile şifahaneler açan, vakıflar, imarethaneler, aşevleri kuran, kimsesiz çocukların eğitilip barındırıldığı “dar-ül eytamlar var eden” ecdadımız için ne korkunç görüntüler onlar öyle?!.

 

Televizyon ekranında annesi İsrail bombalarıyla ölen bir çocuğun “inşallah Cennet’te iyi bir yere gitmiştir” diyerek kendini teselli etmesi, evladını kaybeden bir babanınsa “ne de güzel namaz kılardın” diye ağıt yakması gerçeklikten uzak, cahil,  çaresiz zavallı Araplar için ne kadar acınası bir durum; içim parçalandı izlerken!

 

Türk milletinin insani ve İslami tepkisi çok anlaşılır bir şey de meselenin “devletle” ilgili ayağını çözebilmek için yine 2 bin 500 yıl öncesinin Atina’sına gidip, bu kez de Platon’un (Eflatun) “Devlet” isimli kitabına bakmak lazım.

 

İş Bankası Kültür Yayınları’ndan 1962’de Sabahattin Eyüpoğlu ve M. Ali Cimcoz’un çevirisiyle çıkan “Devlet’i” uzun yıllar önce satın alıp, okuduktan sonra kızım da belki istifade eder diye özel kitaplarımın arasına koymuştum.

 

Bu güne kadar ortaya atılmış bütün devlet kuramlarının, bütün toplum düzenlerinin orada ipuçları hatta kaynakları bulunur.

 

Rönesanstan bu yana politika alanında ne düşünülmüşse özü çekirdek olarak Devlet’te vardır.

 

Ortada henüz ne İncil ne de Tevrat yokken mevcut olan bu yapıt, insanlığın iliklerine kadar işlemiştir.

 

Örnek mi?

 

“İnsanlar doğuştan ne iyi ne de eşittirler. Yalnızca güçlü ve güçsüzler vardır. Güçlünün güçsüzü yönetmesi, doğa gereğidir ve doğrudur. İnsan haklı olmaya değil, güçlü olmaya bakmalıdır!..”

 

Amerika’nın, İngiltere’nin, Avrupa Birliği’nin ve dahi Orta Doğu’daki diğer canavar ruhlu Arap derebeylerinin insanlık dışı(!) umursamaz bu tavırlarının nedenini çözebilmek için Devlet’i okumak gerek.

 

(Bizim Devlet’i değil elbette. Bizim Püskevet Devlet’in Amerika ve İsrail’e 24 saat süre verip, dünyadaki herkesin buna bi taraflarıyla buna gülmelerinin üzerinden kaç 24 saat geçti kim bilir?!. Ama ben yine de bir Murat 131 otomobilinde Ferdi Tayfur dinleyip, camdan da  tespih sallayarak şehir turu atmasını, bir göz dağı daha vermesini bekliyorum açıkçası!)

 

Bundan 150 bin yıl önce neysek, hala oyuz aslında!

 

Vahşi iç güdülerini koruyan kötü birer hayvanız çünkü.

 

Ve tabii, kendi uydurduğu yalanlara koşulsuz ve gaddarca inanacak kadar da ahmağız.

 

Sokrates, Platon’un hocasıydı.

 

Düşünceleri etle tırnak gibiydi bu iki felsefe hocasının.

 

İçinde “Devlet’i” de barındıran Platon’un “Diyaloglar” yazıtı o yıllarda Atina’da kurduğu modern üniversitelere de rol model olmuştur.

 

Bizde mi?

 

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yoğun bakım servisinde yatak, hastalar için oda yok, buna karşın yan tarafa bin 500 kişilik cami yaptırıyor birileri!

 

Hastane mikrobundan ötürü oraya giden ölüyor, gelen ölüyor!

 

Bu deneyimi yaşayanlar “içeriden sağ çıkmak bile bir mucize, ortalık leş gibi” diyorlar.  

 

Platon’un Atina’da kurduğu akademi, kapılarını hem erkeklere hem de kadınlara açacak kadar ileri görüşlüdür yüzlerce yıl sonra kurulacaklara  inat!..

 

Aristotales de oradan yetişen bir alimdir.

 

Kalıpları kıran, buzları eriten, herkesin alışık olduğu düşüncelerden farklı bir yol sunan yapıdaydı o dönemin Yunan felsefesi.

 

Platon’un “Devlet’indeki” meşhur “Mağara Alegorisi” bu günkü Homo Sapiens’i iyi tanımak adına benim en çok sevdiğim örneklerden biridir:

 

“Bir grup insan, hayatları boyunca sadece zayıf bir ateşin ışığıyla aydınlatılan karanlık bir mağarada, ayakları zincire vurulu vaziyette tutsaktır. Dünyaya dair bildikleri tüm şey, bu zayıf ateş aracılığıyla duvara yansıyan gölgeler ve mağarada yankılanan karmakarışık seslerden ibarettir.

 

Bu tutsaklardan birisi mağaradan kaçmayı başarır ve dışarıda bambaşka bir gerçeklik olduğunu keşfeder. Öyle ki güneşin parlaklığı gözlerini yakarcasına kamaştırır. Yine de bu acının, hakikate ulaşabilmek için çekilmesi gerektiğini düşünür. Mağaraya geri dönüp diğer tutsak arkadaşlarını da serbest bırakmak ister. Hakikatin dışarıda olduğunu anlatır onlara. Fakat alaya alınır ve öldürülmesi kararlaştırılır. Sonuçta onların yüce gölgelerine dil uzatmıştır çünkü!..”

 

Yahudisi, Urum’u, Arabı, Rus’u, Türk’ü, bu gün insanlık hala kendi mağaralarında yaşamıyor mu sanki?

 

Kutsadıkları gölgelerine laf edenleri acımasızca katletmiyorlar mı günümüzde?

 

Ey Gıyasettin Bey, yeni yıldaki “ilk dersin” bu gün Platon’un ağzıyla benden gelsin; sözlü yapacağım ona göre:

 

“Sakın günümüz profesörlerine güvenme! Ego, para hırsı, her nane var çoğunda. Gerçek eğitim, sizleri bilgiyle dolup taşıran değil, ruhunuzu bir dönüşüme tabi tutmanızı, değerlerinizi tekrar gözden geçirebilmenizi sağlayandır.

Değişmeyen tek şey değişimdir.

Sen sen ol, kuru kalabalıkların, bağırmaktan başka bir şey bilmeyenlerin kuyruğuna takılma.

Sayıları az da olsa asıl rehberin “aklın ışığından ayrılmayanlar” olsun.

Platon’a göre de gerçekten eğitimli bir kişi olabilmek için dünyayı yalnızca size göründüğü gibi anlamlandırmayı ve diğer insanların neyin değerli olduğuna dair fikirlerine bağlı kalmaktan vazgeçmeniz, salt görünüşlerin ötesindeki şeyi aramaya başlamanız gerekir.”

 

Biraz da konuyu değiştirip “felsefe dünyasındaki magazine” girelim mi?

 

O’nu da Gerald Messadie’nin “Sokrates’in Karısı” isimli kitabından aktarayım.

 

Ksantippi isimli, sürekli dır dır edip, kocasının başının etini yiyen bir karısı vardır Atina’da.

 

Politik arenanın yakışıklı gençlerinden Alkibiades’in akşam kocasına gönderdiği pastayı ayakları altına alarak bir güzel çiğnemiş, ancak ertesi gün öfkesi hala geçmemiştir.

 

O’nun bağırmalarından iyice bunalan Sokrates hiç cevap vermeden bahçeye çıkıp, bir sekinin üstüne oturur.

 

Kadın biraz sonra gelir ve bir tas suyu kocasının başından aşağıya boca eder.

 

Ünlü düşünür yukarıya doğru bakar ve ağzından şu cümleler dökülür:

 

“O kadar gök gürültüsünden sonra bu yağmuru bekliyordum doğrusu!..”

 

(Bunun farklı bir versiyonu günümüz Türkiye’sinde yaşandı. İstanbul’da etimoloji dersleri verdiği bir üniversitedeki talebesiyle kırıştırmaya başlayan Turizmci Sevan Nişanyan, karısı Müjde’ye yakalanınca çok ağır bir “dırdır bombardımanına” maruz kaldı. İvir kurdu gibi beyninin kemirilmesine artık tahammül edemeyen Andrapozlu Sevan bir hafta boyunca bir kavanozda biriktirdiği bokunu bir gün alıp, Müjde’nin başından aşağı döküverdi! Bizim yerli düşünür filozof olamadı ama karısıyla mahkemelik oldu sonuçta!..)

 

Sokrates’in o günkü dersinde genç öğrencileriyle yaptığı sohbet dönüp dolaşır aşk ve ikili ilişkilere gelir.

 

“Mutlaka evlenin” der genç talebelerine, “eşiniz iyi çıkarsa ömrünüzün sonuna dek mutlu olursunuz. Yok, evdeki misali sürekli dırdır eden biri çıkarsa karşınıza, benim gibi filozof olursunuz!..”

 

En güzeliyse şu:

 

Sokrates'in karısı, Ah! Bu yargıçlar! Seni haksız yere öldürüyorlar, diye ağlarken; düşünür yanıt vermiş:

Haklı olarak öldürselerdi daha mı iyi olurdu kadın?!.

 

Bursa’da da var iyi kötü bir filozof, balkon filozofu.

 

Bunu ta SHP zamanında, partinin artık geberdiği bir sırada, adam yokluğunda parti meclisine yazdılar.

 

Sonra da partisi siyaset çöplüğüne gitti zaten.

 

O gün bu gündür aklınca bunun kaymağını yiyor!

 

Ömrü boyunca eşofman sattı bu İnegöl Pasajı’nda lise talebelerine, tabii okul müdürleriyle anlaşarak!

 

Hayatta en iyi bildiği şey akşamları evde kızını yalnız bırakıp, komşulara konken oynamaya gitmektir gençliğinde.

 

CHP’de her vardığı yerde “parti meclisi üyemiz aşağı, parti meclisi üyemiz yukarı” diye kendini anons ettirip duruyor.

 

Nam-ı diğer içli köfteci bu filozof  hatun gözüne kestirdiği yeni yetme politikacıları balkonuna davet ederek onlara ayar veriyor aklınca nicedir.

 

Baştan bir şey sanıyorlardı da…

 

Millet artık iyice yılmış bundan!

 

Ya telefonlarını açmıyor hiç kimse ya da mecbur kalırlarsa cihazı masanın üzerine bırakıp, o arada çarşı Pazar alışverişine gidip geliyorlar!

 

Döndüklerinde Güler Buğday hala konuşuyor çünkü!

 

Geçen gün sosyal medyada “balkonunu” yazmış.

 

Bir felsefik yazı ki kaleme aldığı, okurken gülmekten ötürü az kalsın sandalyeden düşüyordum:

 

Başlığı şöyle:

 

“ÖZGÜR ÖZEL’E GENEL BAŞKAN OLMASI İÇİN 6 YIL ÖNCE KENDİSİNE EL VERMİŞTİM.”

 

Nasıl yani ya?

 

Güler Buğday hazretleri el verdi de Özgür Özel ondan mı CHP’ye genel başkan oldu?..”

 

Bense, Ekrem İmamoğlu delegelere dağıtılmak üzere bolca son model cep telefonu verdi de ondan oldu sanıyordum!

 

Hadi, bazı bölümlere bakalım birlikte; gülmek bedava:

 

“Siyasette Güler Buğday’ın balkonunun uğuruna inananlar ve bunu deneyimleyenler oldukça çoktur ve bu duruma tanıklık edebilirler.

Hatta sadece Bursa’da değil birçok ildeki dostlarda bu konuyu duymuş ve  “Abla, aday olunca bizde balkona geleceğiz” diyerek beni bile inandıracak konuma gelmişlerdi.

Hatta bana sosyal medyadan ve özelden yazıp rica eden ismini asla yazmayacağım AKP’lilerde olmuştu!!!”

 

Kadına bak be, iktidar partisini de meğerse el vererek o dizayn ediyormuş!

 

“Bir ara bu konuya o kadar çok inanılmıştı ki, Fırat Yılmaz, “Abla ısrarla gelmek isteyenleri kabul etsen balkona tıpkı ağaçlara çaput bağlayanlar gibi sıraya girerler inan köşe olursun” diye espri yapardı.

Hatta bir ara iş o noktaya geldi ki çocuğuna iş arayanlar, özel dileğini söylemeden balkonda gelip beş dakika oturan dostlarda bugün hala aramızda yaşıyorlar.”

 

Allah akıl fikir versin! Nilüfer’de CHP İlçe Başkanlığı yapan Fırat’ın, yeni seçilen başkan Özgür Şahin’in, “Fırat, sandıkta bi koyim de tur” at demesinin ardından iktidardan düşmesi oraya çaput bağlamadığı için midir acaba?

 

“Hatta sadece Bursa’daki evde değil Mudanya’daki eve gelen Sevgili Şadi Özdemir’de espriyle “Abla bana da uğur getirsin” diyerek verandaya çıkmıştı. (Şadi abi valla Mart ayında çatıya da çıksa olmaz o iş!.. MAY)

Gerçekten İl Başkanı seçilince de uğurun balkonda değil “Güler Buğday’da” olduğu konuşulmuştu.”

 

Oraya münasip bir yere mum dikenler de var mıdır acep?!.

 

“Bu olaya bir ekstrem örnekte ve yaşayan tanıkta Osmangazi Belediye Meclis Üyemiz Ahmet İnce ve arkadaşlarıdır.

Güre’deki evimde ayağımı kırdığımda dostlar bana bakmak için sıra ile birer hafta gelmişlerdi.

Kadın Kolu Başkanımız Vildan Özkula ve eşi Bora Özkula’da aynı amaçla gelmişlerdi.

Bir gün benim telefonumu arayan yanıt alamayınca Vildan Özkula’yı arayan Ahmet İnce, Mete ve Sinan “Ablaya geçmiş olsuna geldik kaç numaradasınız?” deyince onlarda Güredeki balkona konuk oldular.

Kendileri ile fazla yakınlığım olmadığından ve ben tekerlekli sandalyede otururken Vildan çayları yapıp ikram edince kendilerine açıkça sormuştum:

“Hoş geldiniz ama siz Bursa’dan kalkıp bana geçmiş olsuna geldiğinize kusura bakmayın ama inanmadım, başka bir sebep olmalı” dediğimde Ahmet İnce dürüstçe şu açıklamayı yaptı:

 

Abla gerçek şu:

 

Senin balkonun uğurunu bilmeyen yok.

Ben belediye meclis üyesi adayıydım çok gelmek istedim ama herkesi kabul etmediğinden ve samimi olmadığımız için gelemedim bu nedenle yedekte kaldım.

Ben daha fazla saklamayacağım birinci yedeğim sana geldik ki sıra bana da gelsin diye.”

Gerçekten duyduklarım karşısında şaşkındım.

Mete’de bir daha Osmangazi’ye aday olduğunu söyleyince gerçekten akıl sağlığımdan olacaktım!!!!”

 

Allah akıl fikir versin, amin! Bu arada Vildan çay yapıp, telefonlara bakıyor; CHP’de milletvekilliği ve genel başkan yardımcılığı yapan Lale Karabıyık’sa arada bir gidip Güler’in bulaşıklarını yıkıyor evinde. Çamaşırlarla kim ilgileniyor acaba?

 

“Siz şaka mı yapıyorsunuz burası Güre ve sözü edilen balkon Bursa A… sitesinde” dediğimde AHMET bana:

“Abla konu Balkon değil senden el almak gerek ve sen neredeysen uğur oradadır.

Ben inanıyorum bak göreceksin sonunda geldim, ya biri istifa edecek ya biri ölecek ve sıra bana gelecek” dediğinde Vildan’da bende şaşkınlık içinde kaldık.”

 

Allah’ım aklıma mukayyet ol! Adam biri ölsün de yedeklerden meclis üyesi olayım diye Güler’in balkonuna gidiyor!

Acaba diğer adam ölecek mi? Korku filmi gibi bu yaşananlar! Pek merak ettim vallahi!

 

“Aradan iki veya üç ay geçmişti telefonum çaldır arayan Ahmet İnce bana; “Abla öldü, öldü…. sıra bana geldi” dediğinde gerçekten çok şaşırmış ve bu durumu da yazıp faceboktan paylaşmıştım.”

 

ÖLDÜ, ÖLDÜ, ADAM ÖLDÜ!..

ÖLDÜ!

Ve CHP’yi bu insanlar yönetiyorlar!

Sıradaki adam ölsün diye Güler’i tavaf etmeye geliyor insanlar!

“Cüpbeli CHP’li Güler Bacı Dergahı!”

Ben bunun cemaziyelevvelini bilirim de şimdi neyse!

 

“Şimdi Güler Buğday bunları neden yazdı diye düşünebilirsiniz.

23 Eylül 2016 Sevgili evimin küçük oğlu Erkan Aydın’ın oğlunun sünnet düğünü.

Oldukça kalabalık ve birçok milletvekili de düğüne gelmişti.

Benim balkonun çok konuşulduğu günlerdeydik.

Erkan, benim, Belgin Gökçe’nin ve karşımızda oturan rahmetli Abdullah Özer’in oturduğu masada yanımıza geldi ve bana şunları söyledi.

“Abla masada senin balkondan söz ediyorduk, Özgür Özel seninle tanışmak istiyor” deyince bende “buyursun gelsin” dedim.

Biraz sonra Erkan Aydın ve Sayın Özgür Özel yanımıza geldiler. Hatır falan sorulduktan sonra bana,

Güler Abla, “Ben Bursa’nın damadıyım sizlerin hemşerisi sayılırım senin meşhur bir balkonun varmış bir geldiğimde bende gelmek isterim” dediğinde yine şaşırmıştım.

Bende kendisine, “Başımın üstünde yeriniz var ama zaten siz milletvekilisiniz uğura ihtiyacınız yok” dedim ve bir anda yüzüne bakınca farklı bir davranışta bulundum.

“Özgür Bey elinizi verin bana, yaşınız çok genç siz zaten vekilsiniz diyerek elini tuttum ve kendinse:

“Gelirsiniz gelemezsiniz bilmem ama ben size el vereyim genel başkan olun” dedim.

Masada bu tavrıma hep birlikte gülmüştük.

Birde o günü anımsatması için kendisi ile birlikte bir resim çektirmiştik.

O günden sonra bu konu bir daha gündemimize gelmedi. .

Dün kongrede sonuçla ilgili herkes “bıçak sırtı yâda Kılıçdaroğlu kazanır” dedikçe benim o gün el vermem aklıma geldi ve watsaptan ve mesıncırdan bir paylaşım yaptım:

“Tecrübeme güvenin en az 752 oyla kazanır diye 15.57 de paylaştım.

 Herkesin Kılıçdaroğlu’nun kazanacağına inandığı en iyimserlerinde “ortada, bıçak sırtı” diye açıklama yaptıkları durumda aklıma gelen bu el verme olayı olduğu için riski göze alıp birçok dosta bu iddiamı yolladım.

Hatta sevgili Baran Güneş mesıncırdan bana ilk önce “İnşallah Güler abla  siz deneyimlisiniz”diyerek mesaj yolladı bu sabahta “ Haklı çıktın abla” diyerek not yazdı.”

Dün yapılan tarihi kongrede çok yorulduk ve çok gerildik.

Bir kısmımız sevindi bir kısmımız üzüldü.

Ancak dün yaşadığımız CHP kurultayı CHP’nin gücünü, demokrasi anlayışını ve ülkemizin ve aydınlık yarınların tek güvencesi olduğunu herkese kanıtlamıştır.

Israrla “DEĞİŞİM” dedim ve tüm “olmaz, boş hayal ” denmelerine karşın asla sulandırmadım.

Ancak nasıl bir değişim olması gerektiğinin de içini doldurarak yazılarımda paylaştım.

Özgür Özel bu başarıyı bana göre hak etti.

Kendisi benim idealimdeki aday değildi ama çok çalıştı ve örgütlere önem vereceğini gösterip çoğunluğuna gidip kendini anlatarak güven kazandı.

Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun hepimizi şok eden konuşmasındaki kırıcı, kaba ve yakışıksız ithamlarıyla morallerimiz yerle bir olurken Özgür Özel inanılmazı yaptı.

Kim ne derse desin sol/sosyal demokrasiyi anlamış ve önermeleri, irticalen başarılı konuşması ve doğru aklı başında tespitleriyle en çokta birlik, beraberlik ve halklarda umut yaratacak tavrı ve AKP faşizmine karşı verilecek mücadele anlayışı ile göz doldurdu.

Uzatmaya gerek yok salonda herkes veya çoğunluk Kılıçdaroğlu kazandı diye düşünürken,

Sayın Özgür Özel birinci turda 682 oy alarak 664 oyda kalan Kemal Kılıçdaroğlu’nu geçerek ilk sürprizi yaptı.

Ve ikinci turda beklenen oldu.

Özgür Özel 812 oy, Sayını Kılıçdaroğlu 536 oy aldı.

Kılıçdaroğlu, adaylıktan çekilip tarihe saygın bir konumda geçecek olmasına karşın yanındakilerin kişisel beklentileri nedeniyle hatalı davranıp oy kullanması ile bizleri üzmüştür.”

 

ÖLDÜ ÖLDÜ, ADAM ÖLDÜ!

Kral öldü, yaşasın yeni kral!

Bu kafa mı iktidara gelecek Türkiye’de?

Kalsın, istemez!

Yalnız şu saatten sonra Özgür Özel’in Güler’den çekeceği var.

Artık gece gündüz partiden, evinden, heladan, toplantıdan, yatarken, yemek yerken sürekli arar ve canından bezdirir!

Bursa’ya gelip de başından aşağıya bir şey dökemeyeceğine göre korkarım, Güler’in tuttuğu elini bir gün kesip, o balkondan içeri atar!

 

Diğer Haberler