Bundan yaklaşık 25 yıl öncesinin Uludağ’ında ılık bir dostluk buluşması…
Vakit gece yarısına yaklaşmakta…
Çam ağaçlarından yayılan koku insanın üzerine bir şişe Pino gibi siniyor adeta…
Dönemin Doğruyol Partisi Osmangazi İlçe başkanı Mehmet Şirin fırına kuzu koydurmuş; misafirlerini ağırlamakta…
Aramızda milletvekilleri, eski bakanlar, kaymakam, iş adamları, gazeteci olarak da ben varım.
Herkesin önünde de o sıralar yaygınlaşmaya başlayan cep telefonları var…
Benimki Ericson 688, en son modeli…
Tam sayfa gazete reklamlarında elinde Ericson’la tavanda, duvarda yürüyen kravatlı adam figürleri yayınlanıyor.
Konuşabilmek için tuğla kadar olan diğerlerinin ucundan gergedan çükü gibi iri bir anten çıkması gerekirken, benimkinin aleti Yunan tanrı heykellerininki kadar, pek mütenasip!
Masadaki herkes gibi bir yandan nar gibi kızarmış kuzuların sessizliğini yaşarken, bir yandan da o sıra Olay Gazetesi’nin İdari Müdürü olan Mehmet Ali İnan’ın satın alıp hediye ettiği Ericson 688’le tavanda, duvarda yürüyüp duruyorum; oysa “rakı yüksek rakımda pek çarpmaz, etkisini aşağıda gösterir” derler hep.
Dağın başında diğerlerininkiler hiç çekmezken benim cihaz arada bir “bir tık” sinyal gösteriyor.
Bu “tık” kelimesi dilimize yeni yapışmış yeni bir ölçü birimi…
…De, anlayamadım ne olduğunu hala, metreye mi yoksa arşına mı yakın?!.
Birkaç “tık” zamandır makale, daha doğrusu öykümsü bir şeyler yazmıyorum.
İlk neden canımın istememesi.
Hep aynı şeyler, simalar değişse de aynı hırslar, beklentiler, ego tatminleri, insana dair her şey aynı.
Pek evden de dışarı çıkmıyorum.
Niteliksiz kalabalıklardansa, nitelikli yalnızlıklarım bana çok daha fazla keyif veriyor.
Bir “nadas” durumu diyelim hadi.
Ben zaten yaşlandım da diğer sebep son bilgisayarımın da artık iyice ihtiyarlaması.
Şöyle işini görüp, arşivlerini de saklayacak kapasitede bir laptopu nereden alacaksın artık emekli maaşıyla?
RAM’i yüksek, hafızası da 4 terabaytlık doğru dürüst bir şey olmuş, 150-200 bin lira.
Yazımı yazıyorum, tam bitmiş, siliveriyor bu inek!
Aklıma Rıfat Ilgaz’ın “Al Atını” isimli kitabı geliyor.
Küsüyorum bilgisayara.
Onun yerine Netflix’te film, belgesel izleyip kitap okuyarak, Facebook’ta birkaç arkadaşla sohbet ederek, telefonla görüşerek geçiyor zamanım.
Bir de “kokuyor” insanlar be!
Yıkanmıyorlar.
Kızıyla erkeğiyle gençler hormon, yaşlılarsa “ölüm” kokuyorlar!
Oysa Osmanlı her caminin yanında bir hamam yapmış, yeni nesil pek bilmez, gerçekte bir kaplıca kenti olan Bursa’da “akşam Şeytanın aldattığı” bekarlar ücretsiz şekilde yıkanırlarmış.
Derken benim telefon çalıyor sanki bir mucize gibi dağ başında!
Karşı taraftaki eşimin sesini yarım yamalak da olsa işitebiliyorum.
Aşağıda Bursa’da, bizim evde kötü bir şeyler oluyor.
Anladığım o…
Yanımda oturan, kömür ticareti yapan bir beye rica ediyorum…
“Derhal” diyor ve son sürat iniyoruz kente doğru.
Gece saat 3 olmuş bu arada…
Koşturarak evin kapısına vardığımda bilincini ve hareket kabiliyetini kaybetmiş, ne yapacağını bilemeyen şok halindeki eşimi görüyorum; adeta bir zombi gibi gözleri ileri doğru anlamsız bir şekilde bakmakta.
Kucağındaysa başı hafifçe sarkmış, inildeyen 3 buçuk aylık oğlumuz Deniz…
Deli oluyorum.
Çocuğu kaptığım gibi sabaha karşı sokaklarda koşturmaya başlıyorum.
Hala olmadığı gibi o zaman da arabam yok.
Zaten o saatte oralardan geçen araba da yok.
En yakın sağlık kuruluşu Heykel’deki Hayat Hastanesi.
O vakitler sağlık ocağı gibi bir yer zaten.
Eşim ve babam yetişiyor arkadan.
Deniz inlemeye devam ediyor…
Nöbetçi doktor bir süre muayene ediyor çocuğu, sonra “bizim burada müdahale edecek imkanımız yok, ambülans çağırdık, Tıp Fakültesi Hastanesi’ne gideceksiniz” diyor nice sonra.
Ambülansın arkasına yanımıza Deniz’i de alarak sessizce biniyoruz.
Babamı, evde yalnız kalan kızıma göz kulak olması için geri yolluyorum.
İçerisi bomboş.
Öyle şimdiki gibi personel ya da alet edevat yok.
Sabaha karşı saat 5 sularında hava aydınlanmaya yüz tutmuşken habire siren çalan bir ambülansın arkasında ayakta birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış, gözlerinden pınarlar gibi yaşlar akan insanların hissettiklerini yaşadınız mı siz hiç?
Tayyip Erdoğan’ın övdüğüm yanlarından biridir, göreve gelir gelmez içinde sağlık personeli ve doktoruyla tam teşekküllü 5 bin ambülansı devreye hemen sokması.
Her ilçede muazzam, muhteşem ve modern Devlet hastaneleri kurması.
İlaç kuyruklarına son vermesi.
Sağlık açısından şehirleri ihya etmesi.
Şimdi bakın, Babası Ali Osman Sönmez, eşi Ümran Sönmez ve kendi adına yaptırdığı hastanelerle Celal Sönmez de insanlara DOKUNANLARDAN.
Hastanelere de verdiği her türlü destekle Bursalıların gönlünde taht kuran Harput Holding de öyle.
Karesi Holding’in kurucusu, en az 10 bin insana iş kapısı açan, yüzlerce öğrenciyi okutan, binlerce aileye DOKUNAN Ramazan Bayduz keza.
Yol bitmiyor bir türlü…
Sanki dünyanın etrafını 3-5 kere dönmüşüz gibi.
Bir yandan da aklım annesinin eteğinin dibinden korkulu gözlerle yüzüme bakan evdeki yapayalnız kızımız Mürüvvet’te…
Acil serviste doktorlar “bundan sonra siz gelemezsiniz, çocuk servisine kaldıracağız, dışarıda bekleyin” dediler.
Öyle yaptık çaresiz.
Sigaralarının dumanını filtresine kadar içine çeken diğer insanlar gibi sırtımızı duvara verip, bahçede çömelerek başlıyoruz beklemeye.
Ah! Be Deniz’im, sigaramın dumanına sarsam da sarılsam sana, ne oldu böyle de bu hale geldin?
Bazen tenkit edip kızsam da Olay Gazetesi’nin Genel yayın Müdürü ki, ömrüm oldukça unutamam…
Artık nereden haberleri olduysa Engin Özpınar ve Mehmet Ali İnan göründü ileriden.
O gün, o saatte onlar da insanlara DOKUNMUŞLARDI işte 25 yıl öncesinden!
İşte bakın, gittikçe büyüyen iyi ya da kötü bir DOKUNUŞ 25 yıl sonra da unutulmuyor.
Az önce durumunu öğrenmek için yukarıya çıkmış “ex” yani, “öldü” yanıtını almıştım doktorlardan.
Aralarından biri benim için, “dikkat edin, ajite” lafını etmişti, hiç unutamam.
Yanına gidip son kez sarılıp koklaşarak vedalaşmıştık Deniz'le.
Peki nasıl söyleyecektim durumu aşağıda umutla bekleyen annesine?
En büyük acılardan biriydi bu da…
Bir anaya “evladının öldüğü” haberini vermek, o an, o saniye, o boyutta, “keşke ben de hemen yok olup gitsem" diye düşündütüyor insanı.
Bakışımdan olsa gerek, hemen anladı.
Er Ryan’ı Kurtarmak filminin giriş sahnesinde kalan son iki oğlundan birinin daha hayatını kaybettiğini öğrenen anne gibi önce bacakları titredi, sonra bedenini taşıyamadıkları için yere çöktü.
Gariptir…
Ardından derin bir suskunluk çöktü üzerine.
Artık orada Deniz için şimdilik yapacak hiçbir şey yoktu.
Ve Engin Özpınar’ın arabasına binip, bizim eve doğru yollandık.
Yaşar Kemal’in yazdığı gibi “Yer demir, gök bakır” değildi hiç olmazsa; o saatte yanımızda bize destek olan insanlar vardı.
Sonraları iyice öğrenecektim yedi kat elin, Adem oğluna en yakın akrabasından bile daha yakın olduğunu.
“Eczaneden sakinleştirici bir şey almamızı” önerdim yolda; “Hayır” dedi, “acımı ben kendim çekerim”!..
Ertesi gün Kayhan Cami’nden kaldırdık Deniz’i.
Sağ olsunlar hepsi birer birer aklımda.
Mustafa Dayım bile gelmişti!
Hoca cemaate “Hakkınızı helal edin” demedi…
Çünkü henüz ne bir günahı ne de kimsenin onun üzerinde hakkı yoktu!
“Melek oldu” dediler.
Hamitler mezarlığını belediye eski başkanlarından Erdem Saker planlayıp yapmıştı.
O vakitler boştu, şimdiyse kapatıldı artık.
Definhanenin en güzel, en can alıcı noktası neresi biliyor musunuz?
“Bursa’da yaşayıp ölmüş, başka dinlere mensup insanların misafir edildiği bölüm.”
Dünyaya “Türkün özündeki yüce gönlü” anlatabilmek için çok güzel bir örnek aslında.
Hepsi koyun koyuna yatıyorlar şimdi.
Saker’in Bursalılara DOKUNDUĞU eserlerden biridir Hamitler.
Defin alanından ayrılırken tahtalardan birinin üzerindeki rakam kalmıştı aklımda:
“1822”
Yıllarca ne eşim ne de ben 1822 nolu mezara gitmedik, gidemedik!..
Zaten “melek” olmuştu ve belki de arada bir O geliyordu yanımıza.
Gazetelerin üçüncü sayfalarını görürsünüz, ölüm ve adli olaylarla doludur oralar.
Günün birinde bizim de aynı sütunlarda yer alacağımız aklımın ucundan geçer miydi hiç?
“Hayatta ‘asla’ diye bir şeyin ‘asla’ olamayacağını” öğretti zamanla hayat bana ayrıca!
Günün birinde geçmişte DSP’de birlikte çalıştığımız, sonraları çok zengin olan sevgili Hüseyin Kul akşam lüks arabasıyla işinden evine giderken 5 saniye sonra öleceğini düşünebilir miydi hiç?
Öyle bir dönemdi ki o yıllar…
Evladımı kaybetmiştim…
Her şey arka arkaya yıldırım hızıyla st üste geliyordu…
Devamında şimdi Heykel’de hizmet veren Bursa Kent Müzesini “hakim evi” yapmak isteyen dönemin Cumhuriyet Başsavcısı Emin Özler’in baskısıyla Olay Gazetesi’ndeki iş akdime son verilmişti!
Olayı eleştirmek için kaleme aldığım bir yazı üzerine devreye Adalet ve Turizm Bakanlıkları girmiş, savcı bey emeline ulaşamamıştı çünkü!
Bir tane gazeteci bozuntusunun (!) halkla paylaştığı bir yazının hangi sonuçları doğuracağını, “kelebek etkisini” hiç bilmiyordu sayın savcı.
Egosunu kendinden, gücünü devletten alan acınası bir adam şimdi dizleri iz yapmış pantolonuyla İzmir’de emeklilik hayatı yaşıyor, yüzüne bakan yok!
Herkes dokunduklarıyla anılıyor bu dünyada.
İşin başka bir açıdan en kötüsü aynı dönemde “Narsist ve Sınırda Kişilik Bozukluğu” olan bir hatunun benim beynim ve ruhuma nufuz etmesiydi!
Seviyorum, seviliyorum sandım!
Oysa aşk başka, sevgi çok başka şeylermiş.
Ateşe doğru kanat çırpan, karşı taraf açısından renkli bir kelebekmişim, hepsi o kadar!
Psikiyatrist bir arkadaşımla Arap Şükrü Sokağı’nda balık yerken bir akşam, “ortalama bir insan böyle bir karaktere en fazla 3 ay dayanabilir, sen nasıl 10 yıla yakın sabrettin” demişti?
Hayatta “asla” diye bir şey “asla” yok…
Her şey “pat” diye karşına çıkabiliyor insanın!
İşsiz de kalmıştım üstelik.
Geçindirecek bir ailem vardı.
Oturduğumuz evi de terk etmiş, kiraya çıkmıştık.
Sadak Gençosman’ın DOKUNUŞUYLA rahatladım biraz.
Kiralık evlerinden birini hemen bize vermiş, korunaklı bir sitede kızım açısından güvenli bir ortam sağlamıştı.
Sonra nur içinde yatsın, rahmetli Ömer Göktuğ Ankara’da, Flash TV’de iş teklif etti.
Onun bu DOKUNUŞUNU da unutamam…
Allah rahmet eylesin.
Ha bu arada…
Ankara’dan önce Bursa Hakimiyet Gazetesi’ne tekrar girmiş, bu kez de son damla misali Bursa Barosu’nu eleştiren bir yazı kaleme alınca, şu sıralar sıklıkla kendine asalet aramak için at kulağına konmuş kelebek misali kullandığı papyonuyla Gemlikli “udi mudi” İhsan Bölük’ün, “Abüü seni ücretsiz izine çıkardık” tebliğiyle oradan da kovulmuştum.
Nuri Kolaylı kendi tebliğ etmezdi; ihsan’ı kullanırdı böyle durumlarda!
Gez, göz, arpacık…
Ortada yine çok sıkıntılı bir durum daha vardı.
O sıralar pek kimse bilmese de bir kadın hem evladını, hem de eşini kaybetmişti.
Hoş! Hiçbir zaman hiç bir yere kaybolmadım.
Kendim aç kalsam da…
Her açıdan her zaman kızımla annesinin yanında oldum.
Fakat o bu travmalarla nasıl başa çıkacaktı?
Hayata katılması, kendini toparlaması gerekiyordu.
İçinde bulunduğum durumu bilen, şimdi de Osmangazi Belediye Başkan Yardımcılığı görevini yürüten Sefa Yılmaz ve Erol Gülmez o dönem Nilüfer Belediye Başkanlığına DSP’den seçilen Mustafa Bozbey’le konuşmuşlar…
Aslında NOSAB müdürlüğü yapan Erol Gülmez’in şimdiye dek yaptığı ve yapmakta olduğu hatalar buradan Fizan’a yol olur ama…
Her ikisinin DOKUNUŞUNU da unutamam.
Bir akşam dördümüz Kültürpark’ta, Selçuk Restoran’da yemek yedik.
Mustafa Bozbey son derece nazik bir edayla “eğer benim açımdan bir sakıncası yoksa eşimle belediyede birlikte çalışmak istediğini, ileride kendisine yöneltebileceğim hiçbir eleştiriye de olumsuz tepki göstermeyeceğini” söyledi!
Bu görüşmenin üzerinden 25 yıl geçmiş…
Ve gerçekten de bunu uyguladı Bozbey.
Kendisi ve yardımcılarıyla ilgili çok sert yazılar kaleme aldım; “gık” demedi!
Her seferinde açıklamalar yaptı.
Şimdi ben bu DOKUNUŞU nasıl unutabilirim?
Kendini her şeyini kaybetmiş hisseden acılı bir annenin tekrar yaşama karışmasına vesile olan bir insanın o dönemdeki bu “iyi” yaklaşımı bir kenara konabilir mi hiç?
Hem zaten her şeyi ben yazmak zorunda değilim ki canım!
Ortalıkta “gazeteciyim” diye geçinen bin tane insan var, biraz da onlar yazsınlar.
Ancak, ilk baştaki akdimiz baki!
“Ağır eleştiri” gibi olmaz belki yazılarım ama “uyarıcı” ve “tavsiye” niteliğinde olur!
Lakin, çok ciddi bir tablo çıkarsa önüme, gözüm de hiçbir şeyi görmez alimallah!
Otu kökü başkası yazsın!
Bana gerçekler gerek.
Aradan acısıyla tatlısıyla daha binbir türlü olay geçmişti.
Ve yaklaşık koskoca bir 20 yıl…
Aklımın bir yarısı 1822 numaralı mezarda!
Bozbey’le aramızda duygusal bağ yoktur, “saygı” ve “muhabbet” formatında yürür ilişkimiz.
Ama…
Ali Nur Aktaş’ı tanıdığım andan beri aynı zamanda çok severim.
Dönem, O’nun devri…
Deniz’in kanatlanıp uçmasının üzerinden 20 yıldan fazla zaman geçmiş…
Normal bir cenaze olsa dahi belediye yer yokluğundan, tapusu olmayan yerlere 5 yıl sonra başka birini gömebiliyor.
Hele hele artık hıncahınç dolan Hamitler’de mezarı bile yapılmamış bir kabrin boş kalması mümkün değil.
Bir gün Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin İnternet sitesini gezerken gördüm ki, kapatılan mezarlıklardaki her parselin fotoğrafı çekilip, anne-baba adına dek bilgileri herkese açık bir şekilde yayınlanmış.
Elim klavyeye gitti geldi.
Sonra yazdım ana baba adını…
Koyduğumuz gibi öylece duruyordu yüksekçe toprak!
Yalnız numara değişmiş, 1822 gitmiş, yerine D 20 bölümündeki 306 rakamı gelmiş.
Ertesi gün, yıllar sonra tekrar bir araya geldiğimiz, yaşamın yüklerini birlikte sırtlanma kararı aldığımız kızımın annesi, eşime açtım konuyu.
“Ben artık hazırım” dedi, “gidebiliriz”!..
Ve soluğu doğruca Mezarlık İşleri Şube Müdürlüğünde aldım önce.
Dönemin Şube Müdürü Neşet Kaya büyük bir misafir sevgisiyle karşıladı bizi.
Fakat ortada bir sorun vardı!
Biz defini yaptığımız sıra dizi dizi sırayla gömerlerdi insanları.
Sonra “çocuk bölümü” ayrılmış.
Onların mezar ölçüsü 50-70 ebatında.
Yetişkin mevtalara ayrılan alanlarsa 1 metreye 2 metre…
Ee! Bizimki de büyüklerin arasında kaldığı için ancak çocuk mezarı tapusu verebiliyorlar!
Böyle bir eğilim belirlemiş belediye.
İyi de oraya daha sonra başka biri defnedilemeyeceğine göre, belki ben de öldüğüm vakit oğlumla kucak kucağa yatmak isteyeceğim!
Bankonun arkasındaki memur “Vallah billah olmaz” diye direttikçe diretiyor.
“Kim çözer bu işi” diye sordum Neşet beye?
“Başkandan başkası halledemez” dedi.
Tuşladım telefonu, şoförü çıktı karşıma.
İstanbul’da bir toplantıdaymış.
Beş dakika sonra da Ali Nur Aktaş aradı.
Müdür beyle konuştular bir süre.
Ardından da paramızı ödeyip, tapumuzu aldık ve çıktık oradan.
Ardından da mezarını yaptırdık mütevazı ölçülerde.
Bir annenin aradan geçen 20 yıl sonra evladının kabrine kendi elleriyle diktiği çiçekleri sularken yaşadığı mutluluk ve içindeki şükran duygusu bile Ali Nur Aktaş’a iki cihanda yeter de artar bile.
Şimdi ben bu adamı sonsuza dek unutabilir miyim?
Ali Nur Aktaş’ın on binlerce insana yaptığı samimi ve gerçekçi DOKUNUŞLAR yadsınabilir mi?
Çekirge Caddesi’nden geçiyorum, Belediyenin kendisine bedavaya tahsis ettiği evin yerinde yükselmekte olan mevlid yazarı Süleyman Çelebi adına planlanmış külliyeyi görüyorum.
Heykel’e doğru çıkıyorum…
Bundan 10-15 sene önce hayal bile edilemeyen “hanlar bölgesinin” açıldığını, oradaki beton mezbeleliğin kalktığını görüyorum.
Pınarbaşı’na gidiyorum, ihya edilen Mevlevihaneyi, müze ve sergi salonlarıyla özgün bir sanat abidesine dönüştürülmüş, Bursa’nın ilk hapishanesi Zindan Kapı’yı görüyorum.
Yüzlerce dönüm yeşil alan, parklar, köprülü kavşaklar, düzenlenmiş sahil bantları, yüz milyonlarca para harcanarak yapılan arıtma tesisleri, müzeler ve Saker’den bu yana ilk kez yenilenen alt yapı karşılıyor insanı.
Yapılan yeni yazılımla iki tren arası 4 dakikayken, istasyonlara geliş sürelerini yaklaşık 2 dakikaya indirerek, şimdiye kadar yapılmış metro hattı kadar raylı sistem kazandırıyor Bursa’ya Ali Nur Aktaş akılcı bir dokunuşla.
Terminal’e raylı ulaşımı sağlıyor.
İlçelere ayrı ayrı yapılan hizmetler bir yana…
Anayolların altından akmakta olan atık su borularına istasyonlar kurarak elektrik üretmeye girişen Aktaş bana göre Bursa’nın gelmiş geçmiş en iyi, en başarılı belediye başkanıdır.
Doğancı, ve Nilüfer barajlarından sonra Çınarcık’tan Bursa’ya içme suyu getirmek için giriştiği proje, bu kentin en az 50 yıllık su ihtiyacını karşılayacak.
İkinci sıradaysa biraz huysuzdur muysuzdur ama Erdem Saker gelir bana göre.
Şimdi söyleyin bana dostlar bu kalp ne Mustafa Eroğlu’nu, ne Teoman Özalp’i, ne Erdem Saker’i, ne Mustafa Bozbey’i ne de Ali Nur Aktaş’ı unutabilir mi?
Mustafa Bozbey’e düşen bir tek iş var, birincisi önce Atatürk’ten geçinmenin dozunu iyi ayarlayacak; eşeğin kulağına su kaçırmayacak ve halkın kendisine emanet ettiği çıtayı diğerlerinden daha da yükseğe taşıyacak.
Bizde Harp Okulu’ndan mezun olan her teğmenin karısı kendini “general” sanır!
Belediye başkanlarının eşleri de evde full mesai yaparak kurumlardaki atama ve yatırım işlerine karışmaya, kocalarını etki altına almaya girişirler. seçilir seçilmez.
Bu tiplerin adı alemde kısaca HÜRREM’dir!
“Moderen ve çağdaş görüntü vericez” diye ille de yapış yapış her yerde kocalarının elinden tutup, fotoğraf karelerine girmeye çalışırlar!
Oysa evde karıyı haşat, yüzü dahil tüm vücudunu mosmor eden, dışarı çıkarken görünen her yanı fondötenle kapatılmış ne Hürrem’ler biliriz biz.
Bunları belediyelerden uzak tutacaksın kardeşim!
Aç bi butik mutik ya da yükle Keles’in en uzak dağ köylerinde yürütülecek bir sosyal proje filan, ver altına arabasını uzak dursunlar belediyelerden!
Yakın dönemde görev yapan, şimdilerde Dobruca’da inşaat işlerine soyunmuş eski bir belediye başkanı artık bıkmıştı her kavgada iki çocuklu karısını Güneydoğu’ya anasının evine göndermekten.
Geliyolar anacım!
Yüz kilometre öteye bırakılmış kedi gibi koklaya koklaya tekrar buluyorlar evi!!
Ha bir de iki belediye başkanı öldürüldü, bir bakan dahil pek çok belediye başkanı ayacığından kurşunlandı, bir kısmıysa kale direğinden döndü yakın tarihte bu şehirde.
Rahmetli Osmangazi Belediye Eski Başkanı Basri Sönmez’in deyişiyle, “Söz vermek başka şey vermeye benzemez”!
Tutamıyacağın sözü vermeyeceksin.
Hayat varılan değil, hep gidilen bir yoldur.
Ancak ölünce varılır.
İşte onun için de insan biriktireceksin, DOKUNACAKSIN ve böylece aradan yüzlerce yıl geçse de yaşamayı sürdüreceksin.
Bu arada sırada ikinci perde de var:
Bizim hanım devamında KANSER olmadı mı?!.
Dilerseniz “Dokunuşlar’ın” ikinci bölümüne bundan sonraki yazıyla kaldığımız yerden devam edelim ama bu gün iletmek istediğim son bir mesaj daha var:
“www.yenibursa.com 2002 yılından beri niye var biliyor musunuz?
Firmanın İnternet sitesine mutlaka bir bakın, daha sonra Türkiye’nin sayılı servis sağlayıcılarından PenDC’yi kuracak olan Yazılım Uzmanı Murat Ünal’ın büyük emekler vererek hazırladığı projenin bir eşi sadece İnternet Haber’di o senelerde.
Murat’ın oğlu Enes’in kurup büyük bir başarıyla yönettiği www.beluza.com.tr ye de bir göz atmanızı öneririm. İstanbul ölçeğinde yaratıcı işler yapıyor genç çocuklar.
Yine kovulup da iş bulamadığım zaman birilerine inat haber, bilgi ve yorumlarımı sizlerle paylaşabilmek için sağ tuttum, yaşatıyorum Yenibursa’yı!
Dünyanın her tarafından da izliyorlar insanlar yazılarımı.
Ve elbette bunun kendi ölçeğinde ciddi bir masrafı da oluyor.
Örneğin bu gün belediyeler günlük çıkan gazeteleri fonlamayı bıraksınlar, en iyisi 3 ay yaşar; o da Olay’dır!
İş bu noktaya geldi çattı.
Biliyorum, okurlarım arasında maddi durumu hayli iyi olan insanlar var.
En azından bizler için namerde muhtaç olmamak adına, eğer bu yazılardan keyif alıyor ve başka yerlerde yakalayamayacağınız gerçekler, ince ayrıntılar mutlu ediyorsa sizi, kimliğiniz kesinlikle bizde saklı kalmak üzere BAĞIŞÇIMIZ OLUR MUSUNUZ?
Tabi şişkin olursa mutluluk duyarız ama rakam hiç önemli değil, arada bir aşağıdaki IBAN numarasına üç-beş bir şey atarsanız, desteğiniz olur efendim!
Bu durum bizi hem güçlendirip gayretlendirecek hem de süreklilik düzeyini arttıracaktır.
Cavit Çağlar bile istiyor, Cüneyt Dizdar göbek atıyor, İnternet siteleri, Youtubeciler kaymaklısını seviyor da!
Bizimkisi masumane bir talep işte…
BAĞIŞÇIMIZ OLUR MUSUNUZ?
YAZARCI GELDİ HANIM!..
TR56 0004 6006 0588 8000 1225 30
AKBANK Mehmet Ali Yılmaz“