Yazarlar

Kara Kafa!

post-img

Bilenler bilir…

 

Yazılarımı zaman zaman esprili, ironik ya da argo bir üslupla kurgulamayı severim.

 

Özellikle “argo” bizim dilimizin “olmazsa olmaz” bölümlerinden biridir.

 

Hatta daha da ötesi, “küfür” de hayatımızın vazgeçilmez bir unsurudur.

 

Örneğin İngilizce sadece “fuck” ya da ne bileyim, “cock sucker” gibi basit, derinliği olmayan argo ifadelere sahip olmasına rağmen, güzel Türkçemizse, Bursa Eski İl Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar’dan öğrendiğim gibi, “Senin 7 sülaleni 7 metre havada …rim” gibi muhteşem küfürler barındırır!

 

Dediğim gibi, bizde “göte” “göt” derler…

 

Bu göt lafı o kadar çok yerleşmiştir ki dimize…

 

Göte gelmek…

 

Göt gibi kalmak…

 

Götü yememek…

 

Göt herif…

 

Götünde gözü olmak…

 

Göt atmak…

 

Yumurtanın göte dayanması…

 

Eli boş, götü yaş…

 

Götü tutuşmak…

 

Götün götün yürümek…

 

Götü üçbuçuk atmak…

 

Göt göte oturmak…

 

Göt kısmetten çıkınca y..rağın Bağdat’tan gelmesi…

 

Göt üstü oturmak…

 

Götüne kaçmak…

 

Götünden uydurmak…

 

Götünü yalamak…

 

Götünde patlamak…

 

Şeytan’ın götüne anahtar uydurmak…

 

Götünde pireler uçuşmak…

 

Götü kalkmak…

 

O göte bülbül öte…

 

Göte giren şemsiyenin açılmaması durumu…

 

Götten bacaklı olmak…

 

Göt ıslanmadan balık tutulamaması hali…

 

Aman daha hangi birini sayayım?

 

İçinde “göt” lafı bu kadar çok barınan bir dilimiz olunca haliyle, insanlarımız arasında “göt” olan pek çok herif var demektir; yalan mı?

 

Bunlara da genel tanımla “götlek” denir!

 

Bu gün nedense “argom” geldi!

 

Hikaye o ki:

 

Devlet bir karar alıyor; 3 çocuktan fazla yapan Kürtlere doğum kontrol uygulanması için sağlık ocaklarına talimat gidiyor ve tüm kadınlara gebe kalmamaları için sprial takılıyor…

 

Fakat bu durum köylerdeki kahvehanelere “Devlet karılarımızın oralarına dinleme cihazları yerleştirdi” şeklinde yansıyor!

 

Hepsi için elbette söylemiyorum ama:

 

Abi Kürt bu!

 

PKK örneğinde olduğu gibi sürü halindeyken saldırgan, yalnızken ıslak bir kedi yavrusu!

 

Şimdi adam evde karıya yanaşacak, güya dinleme cihazı da var ya; önce oraya doğru eğilip “Vatan sana canım feda” diyor işine başlamadan önce!..

 

Sonra, muameleyi bitirince de yine aynı yere doğru seslenerek şu mesajı iletiyor:

 

“Vatan sana minnettar!..”

 

Çok severim ben halkımı…

 

Böyle bir insan ve espri zenginliği dünyanın hiçbir yerinde yok!

 

Mesela Bursa’nın en “komik” insanlarından biri de Vedat Kantar’dır.

 

Aramızda hukuki ve mali bazı sorunlar oluştu…

 

Hatırını kıramayacağım ortak bir tanıdığımızı devreye sokarak benimle görüşmek istedi.

 

“Olur” dedim; “arasın madem beni”…

 

Hemen aradı Kantare…

 

-İyi de ben bu gün müsait değilim, yarın konuşalım!

 

“Peki, nerede?”

 

-Onu da yarın söylerim!

 

Ertesi gün öğle vakti telefon ettim:

 

-Ben buluşma yerine gidiyorum, müsaitsen sen de gel?

 

“Neresi?”

 

-Demirtaş Paşa Hamamı!

 

“Katiyen gelmem oraya” dedi, “ne o öyle Rus mafyaları gibi hamamda mı konuşacağız?”

 

-Valla ben epeydir kese masaj yaptırmıyorum; canın isterse gel, istemezse gelme!

 

“Asla gelmem!..”

 

Yazarınızı arabayla oraya bıraktılar.

 

Konuşmaya şahit olana dedim ki, o Vedat Kantar on dakikaya buraya gelecek!

 

Neyse bendeniz güzelce soyunup, daimi arındırıcılarımdan Fatih’e de haber vererek önce göbek taşına, sonra kese ve masaj bölümüne uzandım…

 

Gerçi beş dakika kadar gecikti ama…

 

Az sonra kapıdan belinde peştamalıyla Vedat Kantar girdi!

 

“Dilber” dizisindeki şarkıyla, “Hadi bakalım kim gelmiş”!

 

İşte o günden beri Vedat Kantar artık, “Hamama gelen Vedat Kantar”!

 

Türk devlet tarihinde hiçbir hükümdar kimsenin ayağına gitmemiştir…

 

Tam tersi, herkes bizzat makama ulaşmaya çalışmıştır…

 

Hatta devlet geleneğine göre ki, bunu daha sonra İngiltere Krallığı da bizden alarak uygulamıştır…

 

Bir önceki Türk devletinde yeniçeriler ziyaretçiyi hükümdarın önüne çıkarmadan önce ritüele göre iki kolunun altından tutup, önce diz çöktürürler, sonra da başını yere doğru ittirip adeta sürüye sürüye padişahın karşısına götürürlerdi!

 

Sözünü ettiğim tablo bir miktar tarihi işleyen bizim dizilerde görülebileceği gibi, İngilizlerin çaldığı haliyle, Amerika’nın 2’nci başkanı Avukat John Adams’ın hayatının ve Amerika Birleşik Devletleri’nin İngiltere’den bağımsızlığını kazandığı hikayenin işlendiği aynı isimli dizide, garibim John’un kralın önünde nasıl “diz üstü” yürümek zorunda kaldığını seyredebilirler.

 

Türkiye’de bunun bir istisnası Abdullah Gül olmuştur!

 

Buraya her gelen kişi “hüküm sahibinin” ayağına giderken Abdullah Gül, tatil için memleketimize uğrayan dönemin Suudi Kralı  Abdullah’ın kaldığı otele ziyarete giderek, aynen “hamama gelen Vedat Kantar” gibi, “Otele giden Abdullah Gül” olarak tarihe geçmiştir!

 

Ben Vedat’a “Kara Kafa” şeklinde hitap ederim…

 

Çünkü sürekli saçlarını boyatır…

 

Bu işlemi de berberi Zeki yapar…

 

İyi de Zeki’yi ben daha bacak kadarken Meydancık’ta çırak olarak girdiği berber dükkanından bilirim!

 

İyi çocuktur.

 

Annesi Nezihe teyzeyi pamuklara sarıp, bakmış bir insandır…

 

Vefalı çocuktur…

 

Babası aynı mahalledeki camide de imamlık yapmış muhterem bir insandı.

 

Nezihe teyzeyse evine aldığı fason işlerle örneğin, mayo tokaları dikerek aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışan, çalışkan tam bir Türk kadınıydı.

 

O yıllarda imamlar şimdilerde olduğu gibi hak etmedikleri, bence “haram” olan maaşlar almazlardı!

 

Aradan yıllar geçmiş, Zeki mesleğinde zirveye ulaşıp, işyerini batı yakasına taşıyarak “Zeki Acar Hairstyle” markasıyla yeni bir konsept yaratmış.

 

Sonra öğrendim ki hamama gelen bizim “kara kafa” orasını burasını boyatmak veya tıraş olmak için Zeki’ye gidiyor…

 

“Neden” dedim, “Zeki’yi tercih ediyorsun”?

 

Meğerse Zeki kullandığı berber koltuklarının her birini Japonya’dan, 20 bin dolara mı yoksa Euroya mı ne sipariş edip müşterilerinin hizmetine sunmuş.

 

Koltuklar da koltuk hani!

 

Her yöne elektronik olarak hareket ediyorlar.

 

“İç-dış masaj” dahil pek çok işlevleri var!

 

Üzerlerine oturanların bir daha kalkmak istememesi son derece normal!

 

Fakat, hamama gelen bu “kara kafa” aklınca parayı buldu ya?..

 

Ee Zeki de tabi onca yatırıma istinaden piyasada geçerli mevcut tarifenin en az on mislini uyguluyor müşterilerine…

 

Kendini ayrıcalıklı hissedip, egosunu tatmin etmek için gidip bu koltuklara oturmayı seviyor Kantare de!

 

“Ulen” dedim ya kendi kendime:

 

“Yandaki oda ağzına kadar altınla, diğer oda da tepeleme dolarla dolu olsa ben ne yapardım bunları?”

 

Sonra düşündüm, “kıvırıp kıvırıp götüme mi sokardım acaba”?!.

 

Adam Hüseyin Durmaz’ın yatını almış…

 

Daha önce de almıştı bu bir tane yat; kiraya veriyordu düşünebiliyor musunuz?

 

Ulen ben mesela zengin olup, yat almayı tercih edicem, kiraya mı veririm be!

 

İnsanın “yatak odasına” sürekli birilerini sokması gibi bir durum bu for me!

 

Hoş, en iyi yat arkadaşının yatıdır!

 

Geçen gün ben bunu aradım biraz nasihat etmek için ama santralden…

 

“Toplantıda” dediler.

 

Bir süre sonra da bir müdür aradı cep telefonumdan.

 

“Vedat Bey’i aramışsınız, buyurun ben yardımcı olayım” dedi.

 

“Yok” dedim, “kara kafayla” görüşmek istiyorum!

 

Az sonra Kantare’nin sesi duyuldu…

 

Süleyman’ın telefonundan aratıyor kafasız!

 

-Buyrun Mehmet Ali Bey, ben Vedat Kantar!

 

Ne yaptığını, ne yapmaya çalıştığını biliyorum!

 

“Napıyon kara kafa” dedim?

 

Adamın gözünde önce “Mehmet Ali abiydim” sonra “Mehmet Ali” oldum, ardından “Mali”, şimdilerdeyse “Mehmet Ali Bey”!..

 

Aynı anda Süleyman’ın telefonunu masanın üzerine koymuş, yanındaki bir kağıda benim arandığıma dair notlar yazmış, videoya çekiyor!!!

 

Bu suç!

 

Suçuna başkalarını da ortak ediyor ve farkında değil!

 

Dahası, sözünü ettiğim videoyu başkalarına da gönderip, kendi eliyle suçunu teyit ediyor!

 

Benimle meselesini çözmek için devreye soktuğu TAFKO Şirketi’nin sahibi Mustafa Ateş’in müdürleri diye gösterdiği tipler aslında kendi şirketinde bulunan karakterler!

 

“Hakime bu lafları dinleteceğim” diyor kara kafa, daha yeni benim açtığım bir davadan ceza almış üstelik!

 

TAFKO bunun boyahanesinin hemen hemen tüm kapasitesini her yıl peşin para ödeyerek satın alan bir şirket…

 

Mustafa Ateş…

 

Onun da bağlı olduğu İstanbul’da bir Yahudi’nin sahip olduğu başka bir şirket var!

 

O Yahudi’yi de benim tanıyor olabileceğim aklına bile gelmiyor şaşkının!

 

O Yahudi de kumaşları dünyaca ünlü markalara pazarlıyor; tüm bunları ve ayrıntılarını bilebileceğimin farkında bile değil!

 

Öyle bir sistem ki, bir tanesine “tık” desen, aynen domino taşları gibi hepsi yıkılıp gidecek!

 

O Yahudi’nin sadece Bursa değil örneğin Gaziantep, İzmir, İstanbul’dakiler gibi pek çok tekstil işletmesinin finans ihtiyacını giderip, ürettiklerini satın aldığını bildiğimi bilmiyor cahil!

 

Geçmişte bir Nesim Malki vardı…

 

O Nesim Malki’nin boşluğunun doldurulup, yerini yine İsrail kaynaklı korkak başka birilerinin aldığını bilmediğimi sanıyor “hamama gelen Vedat”!..

 

Hangi eski emniyet müdür yardımcılarının nama yazılı senetlerle hangi şirketlere ortak edildiğini bilmediğimi düşünüyor kifayetsiz muhteris!

 

Zeki…

 

Sen bunu sağlam bir şekilde o koltuğa oturt!

 

Yüzüne biraz limon kolonyası sür de kendine gelsin biraz!

 

Diğer Haberler