Hani şöyle, azıcık hem öpeyim, hem kokayım, hem de İnce İnce Yasemince azıcık dokunayım diye niyet ettim Allah rızası için, söze bu gün Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’le başlamak istiyorum…
Bozbey’in bence Bursa’ya kazandırdığı en güzel hizmetlerden birisi, yani mesela, Recep Altepe deyince akla ilk gelenlerden biri nasıl Hüdavendigar Kent Parkı’ysa, Atatürk Kent Ormanı’dır.
Bursalılar hafta sonları ailece piknik yapmayı çok severler ancak, garip bir takım alışkanlıkları da vardır hemşerilerimin.
Mesela nedense Cumartesi günü çıkmazlar; Pazar günleri yayılırlar kıra, bayıra, ormana…
Oysa, bir gün önce git, ertesi gün de banyonu yap, temizliğini, çamaşırları filan hallet, azıcık da dinlen, ertesi sabah rahatça başla hayata…
Bir de Uludağ yamaçlarında hemen yol kenarına, araba sesi ve egzoz kokularının ortasında kurarlar tezgahlarını!
Git abi, yarım saat daha yol!
Şöyle şırıl şırıl akan derelerin yanında, zümrüt yeşili çimenlerin üstünde yap pikniğini!
Yok olmaz, ille de yol kenarında durulacak!
Çek çizgili pijamayı, Müjde Ar’ın “Ah Belinda” isimli filmde canlandırıp, yaşattığı karakter gibi yap bol ekmekli köfteyi, Şener Şen plastikten imal edilmiş topu tepikleye tepikleye oynasın çoluk çocukla birlikte tek kale futbol maçını, ip atla ama urgan illa ki çapraz düzende dönsün, arabanın teybinden Devlet Bahçeli misali Ferdi Tayfur’dan nağmeler yayılsın etrafa, salıncak salla, hatta iki salla bir bağla, henüz üç yaşındaki oğlan çocuğunun pipisini sallaya sallaya söğüt ağacının altına işet, artık önünde ne gam, ne tasa varsa o gün için hepsini ittir et!
Yok, illa ki yol kenarına oturacaklar!
İşte Bozbey şehrin hem de dibine kent ormanı piknik sahasını yaptıktan sonra ahalinin bir kısmı hafta sonları orayı tercih eder oldu.
“Üç Fidan” anıtının bulunduğu parkta şimdiye dek en fazla bir-iki kez oturmuş olmama, Bozbey’in kente kazandırdığı Nilüfer’deki havuz ya da spor salonlarına hiç gitmememe karşın, o ormanda defalarca yaz kış benim de piknik yapmışlığım vardır.
Bursalılar için mücevher kıymetinde bir tesistir Atatürk Kent Ormanı.
Yalnız bu Sayın Başkan’ın Müberra ve Feza Soysal aşkına oldum olası hiçbir anlam verememişimdir!
Müberra’ya her taraftan yer verir, hatun kişi de her seferinde oraları batırır!
En son Misi’den bir otel vermişti, Müberra yine pisi pisi orayı da işletemeyip batırdı!
Feza Soysal’sa ayrı bir muamma?!.
Abi adamda “bar açma” tutkusu var!
Her seferinde emekliliğini istiyor, belediyeden aldığı tazminatı her seferinde daha önce açıp da batırdığı barların kalan borçlarına ödedikten sonra yine belediyede işe alınıyor!
Yıllardır sanatçı manatçı getiriyor İstanbul’dan!..
Piyasa bunu çok iyi tanıyor…
Yetenekli biri kerata, nam-ı diğer lakabı “yüzde 50’ci Feza”!..
Yani gece aleminin kahramanlarını “yüzde 50” daha ucuza getirtip, ekönömiye gatgı sağlıyor.
Bir ara gitti İstanbul’a yapıştı bu, Ekrem (Müdafa) İmamoğlan seçilince, sonra döndü bu kez de Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne yapıştı!..
Yeni belediye binasının 8’nci katına takılıyor genellikle; sabahları çömleği patlatmak için kahvesinin yanında 18 yıllık Martell konyak sever, ağzının tadını da biliyor kerata!
“Ağız tadı” dedim de…
Kent Ormanı’nın içinde pek az insanın bildiği “Double F” ismini taşıyan yani, “Ef’lerini” İngilizce Food ve Forest kelimelerinden alan bir muhteşem restoran var ki, kentimizin ender gastronomi uzmanlarından Caner Altınlı’nın işlettiği, tam anlamıyla bir “lezzet durağıdır” orası.
Orayı da kentimize kazandıran Bursa Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Burkay’dır.
Kapıdan girişte hemen sol tarafta Bursalı sanayici ve işadamlarının ürettiği, bazı yiyeceklerin teşhir edildiğini görürsünüz.
Bir kısmı “Double F” markasını taşıyan bu besinlerin arasında mesela benim en çok sevdiklerimden bir “siyah sarımsak” vardır ki, tadı ve sunduğu şifa ömre bedel. Gerçi artık Ramazan ayı bitti geçti ama “Caner Bey ve şeflerinin hazırlayıp sunduğu mönüleri bir iftar saatinde son dakikada da olsa tadın, kaçırmayın” derim…
Ya da bayram ve ertesinde oraya giderek kendinizi ve ailenizi ödüllendirin.
Bursa için küçük bir nokta, bir ziyafet merkezi Double F; çam ağaçlarının altında sunulan mis gibi bir bahar esintisi.
Çocukluğumuzda ay çekirdeği, Trakyalıların deyişiyle “çiğdem” yerdik.
Tadına da bir türlü doyamazdık Kelesli rahmetli Leblebici Yakup abinin kavurup tuzlayarak ceplerimize doldurduğu yemişlerin.
Bazan da çıt çıt çitleyip, biriktirir topluca atardık ağzımıza.
Aman da ne tatlı, ne lezzetli olurdu be!
İşte, iftar yemeğine gittiğimiz o akşam Caner Bey’in konuklarına sunduğu salatanın içinde aynı lezzet yani, soyulmuş ay çekirdekleri de vardı.
Biraz dut kurusu, ince ince kıyılmış organik incirler, binbir türlü yeşillik ve İlhan Sarı’nın zeytin yağı…
Siyah sele zeytinleri de pek güzeldi yani…
Etli ve lezzetli.
Hurmanın Kudüs’ten geleni, etin en kalitelisi, mönüdeki reçeteye göre bünyeyi yormamak için tatlının en hafifi hep oradaydı.
Öyle sonradan görme yıldızlı otellerin mutfağında çalışanlar gibi değildi Double F’in personeli; nezaket ve zarafet akıyordu her adımlarında.
Daha sonraki gün her şey çok hızlı gelişti.
Nilüfer Belediyesi’nin çiçeği Artvin Şavşat’ta bulunan yeni belediye başkanı Şadi Özdemir ki, ben kendisine oldum olası hep “Şadi abi” diye hitap ederim; onca olanaksızlık ve kendisine bırakılan karmaşa içinde çok iyi götürüyor işi…
Bir kere Şadi abi hakikaten dürüsttür; ben şimdiye dek harama el uzattığını ne gördüm ne de duydum.
Orada bir takım işleri toparlamak için didinip duruyor…
Ya, geçmişte “tek imzayla” binlerce daireye oralarda o emsal hiçbir imar planı bulunmaksızın yapı ruhsatı verilmiş!!!
Mesela şimdilik isim vermiyorum, filanca inşaat şirketinin sahibinin yapabileceği en fazla 30 konutluk bir projeye, “Gel kardeşim gel, koş vatandaş koş, batan geminin malları bunlar” denilip, 100 yapılık izin altın tepside sunulmuş!..
Durun bakalım, Carrefour arazisine tam 3 bin konut yapabilecekler mi?
Kentin o bölgesi ilave bu kadar binayı kaldırabilecek mi?
“Kaldıramazsan kaldırırlar gülüm”!..
(İmza: Türkiye Afrodit’i Banu Alkan!..)
Üstelik tek imzayla!
Üstüne üstlük imzaları atan kişi siyasi kimlik taşıyor, bürokratların hiç biri paraf bile koymamış!
Peki niye?
Yarın bu gün karşısına yol-su-elektrik olarak çıkıp, hayatını karartır diye!
Bizim devlette “kağıt” esastır!
Bir yere ver iki satırlık kağıt, 9 ayrı yerde kaydı tutulduğu gibi, eninde sonunda bir gün karşına çıkar, insanı götürürler kodese, öptürürler herkese!
Şadi abi şimdi inşaat görüntüsünde basılan kalp paraların peşinde!
Hiç kimseye de eyvallahı yok ha!
“Bul karoyu, önce ver belediyeden çarptığın parayı” modunda haksız kazanç ve rant peşinde semirmiş müteahhitlere zırnık koklatmıyor!
Bir delikli kuruş bile vermiyor valla!
Kıvrım kıvrım kıvranıyor üç kağıtçı bazı herifler!
Ben böyle Şadi abinin alnından öperim!
Hatta gıdışından makas bile alabilirim!
Eğer bir “dur” diyen olmazsa çiçeği Bademli’de, Mudanya’nın taze belediye başkanı Deniz Dalgıç ilk büyük hatasını yapmak üzere sanki!
Hani bir ara neredeydi, Afyon’daydı sanırım, deprem fay hattını meclis oluruyla, kağıt üzerinde öteye doğru ittirip plana işleten belediye başkanı vardı ya?!.
Bizim Deniz de inşaatını üstlendiği bir grup villanın yanındaki yolu az öteye kaydırıp, kaktırmanın derdine düşmüş!
Deniz üstü köpürür, kayığa da binsem götürür!
Nurhayat’a 40 milyonluk villayı 20 milyona satmaya benzemez, sağda solda Nilüfer’de bile bu işlerin bir tarifesi var fakat bu adam –hayırsız Hayri- ne yapıyor ne de yaptırıyor” diye konuşmaya benzemez bu işler!
Hakkaten, Nurhayat nerde ya?!.
Ortalık yıkılıyor, ne eski partisinin genel başkanı Meral Apla ne de Nurhayat kaldı ortalıkta!
Amerikanyaya mı gitti nedir orada doğurduğu çocuğundan istifade edip vatandaşlık alabilmek için?!.
Nurhayat, “elma” dersem çık, “armut” dersem çıkma, hatta sen artık bence hiç çıkma ortaya!
Las Vegas’ta eğlenmene bak!
Deniz Dalgıç açısından diyorum, eğer durum böyleyse ki, vaziyeti anlatan CHP’li bir belediye meclis üyesi, hayat kötü, kolla kotu da beyazlamasın!
Şimdi tekrar Şadi abiye dönersek…
Sekreteryası vasıtasıyla face to face görüşmek için randevu istedim kendisinden.
Hayır, hem yürütülen paraların nerede olduğunu anlatıcam, hem de korunması gereken bir tarihi eserle ilgili bilgi notu paylaşıcam!
Geçmiş aradan 15 gün…
Cumhurbaşkanını arasam şimdi dönemezse, altı saat sonra mutlaka döner!..
Bursa’da en iyi kebabı yapan eski fakültenin karşı aralığındaki “Livane Cağ Döner”!..
Şadi abi bir yandan mahalle mahalle geziyor, halka yemek dağıtıyor…
Dert dinliyor, sorun çözüyor…
Üç kağıtçı müteahhit kovalamaktan da beni dinlemeye fırsat bulamıyor bir türlü!
İşte o gün tuşladım Nilüfer Belediyesi’nin telefonunu…
Sesinden genç olduğu anlaşılan bir delikanlı çıktı karşıma:
-Buyurun, Nilüfer Belediyesi?
“Şikayetçiyim” dedim?
-Konu neydi acaba?
“Şadi Başkan’dan randevu istiyorum ama aradan 15 gün geçmesine rağmen bana olumlu ya da olumsuz dönen hiç kimse yok!..”
“O zaman ben sizi Özel Kalem’e bağlayayım” dedi çocuk.
Peki…
-Buyurun kalem?
“Kalem mi?..”
-Evet, buyurun kalem?
“Nasıl bir kalem yani dolma mı tükenmez mi kurşun mu ispirtolu mu?..”
-Beyefendi, burası Özel Kalem?
“İlginç, hem kalem hem de özel…”
“Şikayetçiyim hanımefendi” dedim sonra!..
-Konu neydi beyefendi?
Yani karşımdaki arkadaşım olsa, “konu Keles’in Epçeler Köyü’nden kıllı bacak Fadime’nin donu” diyeceğim ama ayıp kaçacak bu sefer!
Bir de bu “konuyu” sormuyorlar mı yani, ben sana anlatmak istesem Başkan’ı niye arayayım?
Belki hususi bir derdim filan var yani!
Niyetim kendisiyle paylaşmak.
Ama söyledim kızımıza:
“Şadi Bey’den randevu istiyorum ama alamıyorum… Bu durumdan ötürü şikayetçiyim!..”
Kuruldu kurulalı hep öyledir, Nilüfer’in personeli diğer belediyelere göre son derece kaliteli, akıllı ve eğitimlidir.
Pek çoğu “espri” zekasına sahip, işini iyi yapan insanlardır…
Yoksa Turgay Erdem’in giderayak verdiği tek imzalı inşaat ruhsatlarının altına kaşelerini niye basmasınlar ki zaten?!.
“İsminizi öğrenebilir miyim efendim” dedi Özel Kalem?
“Mehmet Ali” diye yanıtladım kendisini…
Hemen, “Yılmaz” mı sorusu geldi karşıdan?
-Evet, nereden bildiniz?
“Notunuz önümde” dedi, “biliyorsunuz ülkede bir takım siyasi gelişmeler var; Şadi başkanımız uzun süre şehir dışındaydı. Şimdi yine kısa bir süre daha programı var; döndüğünde sizi hemen arayacağız efendim.”
Öznur’du galiba kızımızın adı!
Sonra, “Bu kalem meselesine bir şey demediniz; nereden çıkmış acaba bu tanım” diye bırkaladım?
Güldük…
İnsana pozitif enerji veren şeker mi şeker bir hanımefendi.
“Şadi Bey herhalde stres atmak için Şavşat’a gidip bir boğa güreşi izleyip döneyim bari diye düşünmüş olmalı” diye devam ettim?
“O’nu bilemem efendim” dedi.
Teşekkür ettim, karşılıklı kapattık telefonu.
O gün bu gündür ben hala “şikayetçiyim”!..
Baktım, Şadi abi dönmüş, Görükle’de kendi elleriyle halka iftar yemeği dağıtıyor!
Hala da randevu vermiş değil üstelik!
Neyse abi, “şikayetçi” vaziyette evde pencerenin yanında oturuyorum…
Kalorifer peteğinin dibinde bir parça kebap(!) yapıp, Bursa’yı izliyorum gözlerim kapalı sıcak sıcak…
Derken, “Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları…”
Yok be!
Bahçe kapısının önünde üzerinde BUSKİ yazılı eşek kadar bir vidanjör gelip duruyor!
İçinden inenler sağa sola bakınıyor, belli ki bir adres arıyor gözleri.
Yardımcı olabilmek için pencereyi açıp, “Buyurun delikanlı, kime baktınız” diyorum?
Adresi söylüyor, “Evet, burası” yanıtını veriyorum?!.
Adımı söylüyor, “Evet, benim” diyorum?
“Burada” diyor, “kanalizasyon kaçağı varmış, onu halletmek için geldik biz!..”
Yok ki öyle bir kaçak filan!
“Ee BUSKİ’yi aramışsınız” diyor?
Yoo öyle bir şey de yok!
“Telefonunuzun son dört rakamı şu mu”?
Evet, benim telefonum!
“Ee tamam, yoksa” diye sesleniyor görevli, “biz gidelim o zaman”?
Tamam gidin de yani, hadi bir yanlışlık olsa adres tutmaz, adres tutsa, isim, telefon numarası tutmaz!
“Beyefendi” diyor çocuk, “ayın 19’unda bu numaradan BUSKİ’yi arayıp, vidanjör istemişsiniz”?!.
Yarılacam orta yerimden ve ben bu durumdan da şikayetçiyim!
Etmedim çünkü telefon filan BUSKİ’ye ya!
Kaka birinin yolladığı subliminal bir mesaj olma ihtimali ağır basıyor gözümde.
Hadi biz üniversitedeyken evinde kız arkadaşıyla buluşan ahbaplarımıza muziplik olsun diye itfaiye aracı filan yollardık da…
Vay be!
İnsanın düşmanı bile kaliteli ve espri düzeyi yüksek olmalı arkadaş!
Kendimle gurur duyuyorum!
Hakikaten eğer öyleyse Sevan Nişanyan’ın Şirince’de, karısı Müjde hanımın başından aşağı bir kavanoz bok biriktirip dökmesi kadar özel bir anı olacak bu evime vidanjör gönderilmesi durumu!
Bunu akıl edebilecek kalite ve zeka düzeyine sahip olan düşmanlarımın yüzleri geçiyor gözlerimin önünden!
Çünkü öğrenmem gerekiyor…
Çünkü, Özel Bilgilerin Korunması Yasası’na göre benim ilan etmediğim telefon numarası, ev adresi gibi bilgilerimin sözlü veya yazılı şekilde başka bir kişi ve kurumlar tarafından paylaşılması yasak!
Suç yani…
Önceden “Güngör Gülenç” isimli bir bey vardı BUSKİ’nin başında.
Şeker şerbet gibi de beyefendi bir insandı bildiğim.
“Herhalde yeni Başkan Mustafa Bozbey yeni biriyle değiştirmiş olmalı” diye düşünüyor, uzun yıllar boyunca belediyede hizmet etmiş olan bir kardeşimi arıyorum ulaşabileceğim telefon numarasını edinebilmek için.
Niyetim, hem arayıp yeni görevi için “hayırlı olsun” deyip, başarı dileyeceğim yani, tanışacağım yeni genel müdürle, hem de eğer mümkün ve müsaitse vidanjörü kimin gönderdiğine dair bilgi rica edeceğim.
Var mı olağanüstü bir şey yani?
Arkadaşım, “sekreterinin numarasını veriyorum” deyip, yardımcı oluyor.
Tuşluyorum, karşıma yine bir hanım çıkıyor.
-Hanımefendi, ben yeni Genel Müdür Mehmet Ercihan Subaşıoğlu’yla görüşmek istiyorum?
“Konu ne” cevabı geliyor karşıdan yine!
“Şikayetçiyim” diyorum kendimi tanıtıp!
-Konu ne beyefendi?
“Yani ben şikayetçiyim ve eğer isteseydim konuyla ilgili sizi arardım! Eğer mümkünse meseleyi müdür beyle paylaşmak istiyorum?”
“Ben” diyor kadın, “müdür beyin yardımcısının yardımcısıyım!..”
-Peki o zaman benim müdür beyin öz yardımcısıyla görüşebilmem için yardımcı olur musunuz?
Bağlıyor.
-Hanımefendi siz BUKİ’nin yeni genel müdürü Mehmet Ercihan Subaşıoğlu’nun yardımcısı mısınız?
“Evet beyefandii, konu neydi efandiim”?!.
“Konu” deyince nedense artık aklıma hep “Fadime’nin donu” geliyor o gün!
Keles’in Epçeler Köyü’nden Irmazan Ağa’nın kızı Kıllı Bacak Fadime’nin donu!
-Ben konuyu müdür beyin kendisiyle paylaşmak isterim. Eğer size anlatmayı dileseydim, şahsınızı arardım. Ben şikayetçi bir vatandaşım. Mümkünse kendisiyle görüşmek istiyorum?
“Müdür bey şu anda müsait değıll” diyor özel kalem!
Hay kalemin kırılsın inşallah!
Yanıt veriyorum ama iş artık iyice zıvanadan çıkacak:
-Kendisini aramadınız ki! N’erden biliyorsunuz müsait olmadığını?
“Müdür bey meşgul!..”
-Ee ne yapıyor şu anda, neyle meşgul?
“Ne bıçim konuşuyorsunuz benimle? Bu nasıl bir üslup böyle”?
Ha bu arada…
Zıvana, polislerin eskiden trafiği düzenlemeleri için yol ortasına konulan ve genellikle üzerinde Ajda Pekkan’lı Omo reklamlarının bulunduğu varil şeklinde bir “boru”!..
Trafik memurları asaplarını bozan sürücülere bulundukları yerden “beni zıvanadan çıkarma” diye seslenirlerdi.
En son hatırladığım, Kocaeli’nde zıvanasının içinde bir polis dururdu; çok şeker bir adamdı, oradan geçen her araç sürücüsü korna çalıp el sallayarak onu selamlardı.
Kollarıyla yolun bir tarafındaki akışı kestiğinde İstanbul’a giden otobüslerin içine hemen pişmaniye satan çocuklar giriverir, beş dakikada işlerini bitirip çıkarlardı.
Pişmaniye niye pişman olmuş, onu da anlayamam doğrusu?!.
Zıvanadan çıkmak üzereyim yani!
Şadi abi zaten randevu vermiyor, kapıya eşek kadar bir vidanjör gelmiş, her telefon ettiğim “konu neydi” diye soruyor ve ben şikayetçi olduğum halde hiçbir yetkiliyle doğru dürüst diyalog kuramıyorum!
Neyse, görüştüğüm son hanım da telefon numaramı alıp, “biz sizi müdür bey müsait olduğu zaman ararız” yanıtını verip, şak diye kapattı cihazı!
Az sonra “müdür efendi hazretlerinin” cep telefonunu ulaştırdılar bana…
Kamusal bir görev yürüttüğü için aramakta hiçbir beis görmedim, vatandaşım ben ve şikayetçiyim çünkü!
Ayrıca uygun değilse açmaz; ilkin açmadı da zaten!
Aradan hayli vakit geçti belki artık müsaittir deyip, bir kez daha aradım.
Açtı!
Konuşmanın seyri üç aşağı beş yukarı şöyle:
-Niye beni arayıp duruyorsun?!!
İşte tam o anda zıvanadan çıktım artık zaten!!!
“Şikayetçiyim müdür bey!..”
-Niye beni arıyorsun, git CİMER’i ara, git 185’i ara, niye beni arıyorsun? Devlet memuruyum ben, kimseye açıklama yapmak zorunda değilim!!!
Haydii!
Tam benim kalem çıktı adam “özel kalem”!..
Üstüne bir de telefonu hiç dinlemeden “şak” diye yüzüme kapatmasın mı?!.
Belki bir yerde bir şey patladı, Doğancı Barajı’nın yanında tünel açan firmanın iş makineleri duvarı çatlattılar, Bursa’yı su basmak üzere, belki ortalığı bok götürüyor, belki birileri bir yerlerde ölüyo…
Sen ister özel müdür, istersen genel müdür ol, ister özel kalemin açsın telefonu, ister ispirtolu kalemin, beni dinlemek zorundasın kardeş!
Üstelik de oraya zaten siyasi iradeyle gelmişsin!
Bir kere telefonu saygı, görgü, mantık kuralları çerçevesinde açan kapatmalıdır gözümün müdürü!
Boyun uzun yakışırsın alaya, sen bu kafayla gidersen biraz zor varırsın sılaya!
Bu diyaloğu kuran kişi, Bursa’nın 17 ilçesinin toplamından daha fazla bütçeye sahip bir kamu kuruluşunun başına konulan adam!
Valla ben Mustafa Bozbey’in yerinde olsam bu kafa yapısındaki bir adamı değil BUSKİ’ye genel müdür yapmak, heladaki musluğun başına bile koymam!
Baktım, “suyun başındaki şahsın” hayatta mesleki bir başarısı filan da yok!
Öyle ODTÜ, BİLKENT ya da Oxford mezunu filan değil, artık açık öğretim midir nedir, Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi’ni bitirip inşaat mühendisi olmuş; sonra kendini hasbel kader belediyelere kaynak dağıtan İller Bankası’na atmış…
Muhtemeldir ki, yıllarca işe servisle gidip, ofise vardıktan sonra su bardağıyla ocaktan söylediği çaya Petibör bisküvi daldırıp, her sabah kahvaltısını öyle yapmış…
Sonra iki saat kadar masa başında kestirip bir şekerleme daha yaptıktan sonra, Burhan Altıntop marka koltuk altı çantasından çıkardığı aletle öğle yemeğine kadar Tetris oynamış…
Devamında yan masada iki ters bir yüz stilinde kocasına “V” yaka kahverengi kazak ören meslektaşı Kadriye hanımla, “ay sonunu nasıl geçireceğiz” konulu iki sohbet etmiş…
Hoş, Ergün Göknel’in bile bir karizması vardı be!
Seni arayan sade bir vatandaşın yüzüne telefonu kapatacak bir yönetici Niğde’den bile çıkmaz!
Ahdettim, bu yaz tatilimin bir kısmını Niğde’de geçireceğim.
Mustafa Bozbey’i yerel yönetici yapan ve yıllarda bu makamda kalmasını sağlayan insan ve kurum yöneticileriyle kurduğu başarılı diyalogdur.
Kimi zaman Ormancı parçasını söyler, kimi zaman halkın arasında harmandalı oynar, kimi zaman viski, kimi vakit zemzem suyu içer, hatta Ulucami’de “vav” harfinin başında sabah namazı kılıp, Hızır’ı bekler, çıkışta cami cemaatine umumhane tatlısı dağıtır, MHP’lilerden de oy alır, CHP’lilerden de…
Gay, lezbiyen, bi seksüel, aseksüel ya da trans bireylerden de…
Bu kez “özel kalemden” değil çünkü, bir kadının bir kez daha “konu neydi efendim” demesine artık tahammülüm kalmamıştı, cep telefonundan aradım Bozbey’i…
“Tak” diye hemen döndü.
Çünkü kime dönülüp kime dönülmeyeceğini bilecek kadar iyi politikacıdır kendisi!
Mesela, artık anladım ki, Yaman’dan gazetecilik manasında bir cacık olmaz, ben onu söyleyeyim!
Hatta boşuna uğraşmayın, oradan çocuk da olmaz Sayın Başkan!
Akıllı ve sabırlıdır Bozbey…
Dedim, “başkanım, bu adamı siz mi getirdiniz BUSKİ’nin başına? Bu şahıs bir de okuldan sınıf arkadaşınız falanmış öyle mi”?!.
Durum böyleyken böyle!
-Yapma ya?!.
Ardından, “Tamam anladım, ben kendisiyle gereken konuşmayı yaparım” dedi.
Şu ana kadar müdür bey efendi hazretleri arayıp da yaptığı nezaketsizlik ve devlet terbiyesine aykırı yaklaşımından ötürü henüz özür dilemiş değil!
Ha şimdi yalan olmasın, özel kaleminden bir kere aranmışım efandıım.
Ben o sıra tuvaletteydim!
Bakamadım telefona.
Her halde orta okul yıllarındaydım…
Bir gün sevgili validem, bizim “sultan hanım” dedi ki, “Bak oğlum. Yavaş yavaş hayata hazırlanıyorsun. Bundan sonra da bir sürü insanla karşılaşıp, konuşacaksın. O kişiler belediye başkanı olabilir, vali, milletvekili, hatta başbakan olabilir… Sakın ola ki karşılarında makamlarından dolayı eğilip, ezilme!.. Bil ki, sen tuvalete gittiğinde orada ne yapıyorsan, onlar da aynı şeyi yapıyorlar!.. Asıl önemli olan, hayattan aldığın eğitim, terbiye ve tecrübedir!..”
İşte o günlerde okumuştum Rudyard Kipling’in yazıp, Bülent Ecevit’in Türkçeye çevirdiği “Adam Olmak” isimli şiiri:
“Çevrende herkes kendini kaybeder
Bunun da suçunu sana yüklerken
Sen kendine hâkim olursan eğer,
Bütün âlem senden şüphe ederken
Hem yer bırakır o şüphelere
Hem kendine inanabilirsen;
Bekliyebilirsen usanmadan,
Yalanla karşılamazsan yalanları,
Kendini evliya sanmadan
Affedebilirsen kin tutanları;
Hayale kapılmadan hayal kurabilir,
Kendini aldatmadan düşünebilirsen eğer;
Zafer ve bozgun, bu iki yalancı,
İkisi de gözünde bulmazsa değer;
Sözlerini evirip çevirenler
Sana tuzak kurarken aklınca
Gülüp geçebilirsen bunlara sen;
Ömür verdiğin işler yıkılınca
İşlere yeniden koyulabilirsen;
Döküp ortaya varını yoğunu
Bir yazı-turada kaybetsen bile,
Kayıplarını dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu;
Yüreğine «dayan» diyecek
Azimden başka şeyin olmasa da sen
Takıp dişini tırnağına
Sonuna kadar dayanabilirsen;
Halkla kaynaşıp asil kalabilir,
Kırallarla dolaşıp alçak gönüllü olabilirsen;
Ne düşman ne dost incitemezse seni,
Ne küçümser ne büyültürsen hemcinsini;
Ve bilirsen her dakkanın değeri
Ne kadar yol, ne kadar emektir,
Senindir bütün dünya ve nimetleri,
Üstelik, oğlum, ADAM OLDUN demektir.”
Çocukluğumu hiç kaybetmemeye, olabildiğince gülmeye, en önemlisi yeri geldiğinde başta kendim, insanlarla dalga geçmeye hep özen gösterdim.
Sıradan insan tepki verir, bilge insan gözetler! (Arthur Schopenhauer)
Bir insana sesini duyurabilmek için onu yükseltmeye hiç gerek yok!
Aha burası bile yeter de artar bile!
Sakin sakin de olur her şey; yeter ki karşındaki anlayabilecek kıvamda olsun.
Peki, gelelim asıl konuya…
Vidanjörü kim gönderdi?!.
Ben sonra öğrendim!
Duruma göre belki sonraki yazılarımda sizlerle de paylaşırım, şimdikilerde olduğu gibi…
Konu neydi?
Cüretkar olabilirsiniz ama terbiyesiz olmayın!
(İnci Taneleri)