Kar tanesine gizlenmişBir serüvenin öyküsü bu
Toprakla öpüştüğünde eriyen
Gözeneklerden emilen
Killi, humuslu katmanlardan geçen
Şerbetler gibi imbiklerden süzülen
Yeraltı kaynaklarına karışan
Nehirlere, göllere ulaşan
Berrak bir serüvenin öyküsü bu
İçtiğimiz bir yudum su…
Bir yudum su; içilecek ya da sebze ve meyveleri sulamada kullanılacak su…
Suyun evrendeki dolaşımı sırasında bir takım kimyasal değişikliklere uğradığını biliyoruz. Bulutlardan yağmur ya da kar olup boşalan su, dağlardan tepelerden süzülerek, topraktan emilerek; nehir, göl ve denizlere ulaşıyor. Sonra buharlaşarak yeniden bulutlarla buluşuyor.
Canlıların yaşamasında havanın ( ama oksijeni bol havanın ) ardından, en gerekli olan madde kuşkusuz sudur. Bilindiği gibi insanlar aç olarak yirmi güne değin yaşayabilirler, ama susuz ancak birkaç gün canlı kalabilirler. Bu bağlamda insan yaşamının sürekliliğinde böylesine birincil derecede önemli olan su; kuşkusuz kimyasal atıklarla yoğunluğu değişmiş, gözle görülmeyen pekçok bakteri ve mikrobu içinde barındırmakla birlikte, gözle görülebilecek pek çok çöpü de içinde barındıran su değildir.
Dünya su rezervlerinin yüzde 92’sinin okyanuslardan geldiği bilinmektedir. Yüzde 7’lik bölümü de donmuştur ( ki küresel ısınma nedeniyle bu donmuş kütlede azalmanın başladığı, bunun da insan yaşamının giderek Dünya’nın ve Dünya’da varolan tüm canlıların yaşamının sürdürülebilirliğini zora sokacağı da kaygılı bir geleceğin duyumudur ). İçme ve kullanma amaçlı suyumuzuysa geri kalan yüzde 1’den sağlamak zorundayız. İşte bu yüzde 1’lik bölüm iki kaynaktan gelmektedir; yeryüzü sularından ( nehir, göl ve ırmaklardan ) ya da yeraltı sularından…Yeraltı suları; kayalar ve çökeltilerdeki yarıklardan, gözenek boşluklarından toprağın altına dolan sulardır. Yeraltı sularının büyük bir bölümü doğal olarak saftır. Kullanılana değin yeraltı suları yıllar, belki de yüzyıllar boyu eldeğmemiş olarak kalır ve Dünyamız’ın toplam içilebilen su rezervlerinin yüzde 90’ını bu yeraltı suları oluşturur.
Yeraltı sularınının öneminin kavranılmamış olmasından dolayı, ne yazık ki bugüne değin özensiz davranılmıştır. Gazyağı ya da diğer zararlı akışkanların yeraltı depolama tanklarından sızmasına engel olunamamıştır ( ki henüz 15 gün öncesinde yaşanan İstanbul Büyük Şehir Belediye Meclisi’nin gündeminde konuya ilişkin bir tartışma televizyona yansımıştı ). Kirletici maddeler; yanlış doldurulmuş alanlardan ya da kanalizasyon sistemlerinden sızar. Gübrelenmiş tarlalardan ya da sanayi bölgelerinden sızan kimyasal maddelerle yeraltı suları kirlenir. Bireyler de yeraltı sularının kirlenmesine evlerde kullanılan kimyasal maddeleri ( başta deterjanlar olmak üzere, her türlü temizlik maddesi ) bilinçsizce lavaboya ya da doğrudan bahçeye dökerek bu kirliliğe katkıda bulunurlar. Bununla birlikte; sanayi bölgelerinin yalnızca yeraltı sularına değil akarsu ve göllerimizin kirlenmesine de olumsuz dışsallıklarının yansıdığı, kaygı verici bir gerçektir. Örneğin; kaynağından tertemiz doğan, 15 yıl öncesinde balıklarla kaynaşan Bursa Ovası’nın can damarı NİLÜFER ÇAYI, Bursa Ovası’na yapılan sanayileşme saldırılarıyla, bir başka deyişle Anayasamız’ın 45. maddesine göre korunması gereken, 1. sınıf tarım alanı olan YEŞİL BURSA OVASI’nın sanayi bölgesine dönüştürülmesi sonucu, buradaki sanayi kuruluşlarının atıklarıyla kirletilmiştir ve bu kirletme eylemi tüm çevre dostlarının, doğa dostlarının, Bursa dostlarının uyarılarına aldırmaksızın sorumsuzca sürdürülmektedir. Sanki ülkemizde; doğamızla, Dünyamız’la uyumlu sürdürülebilir kalkınma değil de, bencilce yalnızca kendi çıkarlarını düşünenlerin eylemleri sonucunda ortaya çıkan sürdürülebilir kirlenme süreci amaç edinilmiştir. Bu kirlenmede yalnızca ulusal sanayi kuruluşlarımız yetmezmişçesine, bir de yabancı sermayeye çağrı çıkartılarak, hoyratca, acımasızca; ülkemizin toprağı, havası, suyu yabancı şirketlerin kullanımına sunulmaktadır ki özellikle de “herşey satılık” söylemiyle; tüm özkaynaklarımızı, (1920’de İstiklal Savaşımız’ın ardından yurdumuzdan kovduğumuz ) yedi düvelimizin kullanımına altın bir tabakta sunan siyasetçilerimiz oldukça…
Anımsanacağı gibi; Hülya Koçyiğit’in , BERLİN FİLM FESTİVALİ’nde “altın ayı” ödülü alan filminin adıdır SUSUZ YAZ…Ama bu gidişle bütün yazlarımızın adı olacak SUSUZ YAZ…Bu SUSUZ YAZlar’ın bize getirisi de ödül değil, ölüm olacak…