Meslektaşım sevgili dostum Ayşe Aygör sağolsun, her sonbahar bitişinde kendisi gibi güzel o tonton anasının Edremit'in, Burhaniye Kasabası'nda elleriyle yetiştirdiği sebzeleri katarak kurup Bursa'ya gönderdiği, içindeki bamya, taze fasulye, salatalık, patlıcan, acur ve gök domateslerle insanın nefesini kesecek kadar lezzetli turşusunu ikram eder bize her yıl.
Ve o turşuya yine Ege'nin eşi benzeri olmayan otlarını da ekleyip sevgiyle kardığı tarhananın çorbası da eşlik eder.
"Kız Ayşu, gelmedi mi hala turşuyla tarhanan" deyince gülerek yanıtladı, "Geldi geldi...
Önümüzdeki hafta kaynatalım artık."
Güzel bir tarhana çorbasını içerken benim aklıma hep Keloğlan Filmi'nde Rüştü Asyalı'nın, Kara Vezir'in zehirlediği Balkız'ı iyi etmek için götürdüğü evinde ona tarhana çorbası içirerek kaval eşliğinde söylediği "Uyan uyan" türküsünü gelir!
Aramıza meslektaşımız Hülya Güven'in de katıldığı o akşam mis gibi tarhana çorbasından yayılan büyülü buğu bizi masalsı sohbetlere doğru alıp götürmüştü.
Ayşe'nin evinin salonundaki sehpada okunma sırasını bekleyen kitapların en üstünde içindeki ayracı epeyce yol almış bir kitap var:
"Aa!" diyorum, "çıktı mı Arzu Hanım'ın kitabı?"
"Çıktı çıktı" diyor, "geçen hafta aldım. Çok beğendim. Keyifle okuyorum. Hem sana bir-iki şey soracağım. Kitapta, bacağı protez bir kadınla birlikte olan zampara bir politikacıdan söz ediliyor. Kim o be?!."
Nee!
Hemen kitabı elime alıp oracıkta hızlı hızlı baştan itibaren taramaya başlıyorum.
Off, çok kötü!
Pahalı kaşmir paltosu, avukat, hiçbir zaman mesleğini icra etmemiş, hukuk bilgisini işadamlarına danışmanlık yaparak kullanmış, kısa dönem bakanlık yapmış, yaşı 60'ı geçmiş, beyaz saçlı, beyaz bıyıklı, uzun boylu ve Mahmut Kalemdar ismiyle karakterize edilen uçana kaçana, kediye sıçana düşkün zampara kart bir siyasetçi.
Çok kötü çok!
Her ne kadar "romandaki karakterler hayal ürünüdür" de dense, Bursa'daki pek çok politikacının insanın içini kaldıran çirkin zamparalık hikayelerinin "Mahmut Kalemdar" adıyla tanımlanan yukarıdaki kimliği çok açık siyaset adamının üzerine haksız bir şekilde yapıştırılması hiç mi hiç yakışmamış!
Mesela, Bursa'da eski bir ilçe başkanının yaşadığı takma bacaklı bir kadınla birlikte olma hikayesinin uzaktan yakından ilgisi bile yok Mahmut Kalemdar'la.
Keza, Çelikpalas'ta yaşanan hadisenin de!
Onca yıl yazarlık yapan Arzu Arınel, üstelik de ilk romanına konu olacak karakter mi yaratamadı da burada yaşanan basit, ucuz ve eskimiş birkaç hikayeden medet umdu diye düşünmeden edemiyor insan doğrusu.
Kimbilir, belki de kılavuzunun kargalığındandır!
Hatta büyük ihtimalle de öyledir.
...............
Bir vakitler Bursa'da en çok okunan yazardı Arzu Yılmaz (Arınel) ; Bursa Hakimiyet Gazetesi neredeyse onun için satın alınırdı.
Ertesi günü iple çekerdik, acaba ne yazmış diye.
Geçmişte kendisine yazarlık yolunu açan Saruhan Ayber'in yıllar sonra gazetenin başına tekrar gelişiyle başlayan iktidar ve güç mücadelesi sonucu bu kez Olay'a geçince, Bursa'daki "yazarlık" macerası da yavaş yavaş sona doğru yaklaşmaya başladı.
Bilmem, "taş yerinde ağırdır" lafının bir tecellisiydi bu durum, bilmem Arzu Hanım'ın yazma hevesini kaybetmeye başlamasının sonucuydu.
Sonra İstanbul'a gidip yerleşti.
Bir ara Posta Gazetesi'nde makalelerini okuduk.
Çoğu kez olduğu gibi güzel yazıyordu Arzu Arınel.
Her ne kadar içinde derinlikli bir birikim olmasa da yılan gibi kıvrak kalemi ve herkese nasip olmayan "yazı zekası" vardı onda.
Orada da devam etmedi.
Sonra televizyon programlarında editörlük filan yaptığını duydum.
Ardından da bir genelev kadınının hikayesinin anlatıldığı bir roman yazdığını.
Aynı kadınla yaptığı söyleşinin "romana" çevrilmesinin iyi olacağı fikrinden çıkmış bu proje.
Romanını bitirip de son halini aldığında araya birileri de katılarak götürüldüğü Doğan Kitap'ın yayınlamaya uygun görmediğini işitince çok şaşırmıştım açıkçası!
Arzu Arınel roman yazar da nasıl yayınlanmazdı!
Daha sonra Remzi ve Can Yayınları'nın da kitabı reddettiğini öğrenmek daha çarpıcı olmuştu benim için.
O yüzden eğer bir şekilde yayınlanırsa ilk fırsatta hemen okuyacaktım.
Arzu Arınel'in kaleme aldığı, Everest Yayınları'ndan çıkan 41 Oda Mardinkapı isimli romanın kurgusunda ciddi mantık, zaman ve kavram hatalarıyla karşılaşmak çok şaşırttı beni; her yazarın rüyası olan bazı yayınevlerinin niye "hayır" dediklerini işte o zaman anladım.
Adına "roman" denen olgu aslında her ne kadar kurgu da olsa gerçeğe, anlatılan zamana ve mantığa aykırı tanımlamalar okuyucuyu uzaklaştırır, dahası kavrayıp içine çekemez bir türlü.
Örneğin, romanın kahramanı Berna'nın, Mahmut Kalemdar'la Kütahya'daki bir otel odasında sevişip de olan biteni kaydettiği yıllarda "kalem kamera" diye bir cihaz yoktu mesela; aynen Malazgirt savaşında top ve barutun olmadığı gibi, eğer "Bakan'ın" bakanlığının hemen ertesinde gerçekleştiği kurgulandıysa bu olay.
Üstelik olsa bile tamamen dijital kayıt yapan kalem kameradaki görüntüleri bir şantaj unsuru olarak, VHS kasetin içinde veriyor Berna, sevişken politikacı Mahmut Kalemdar'a!
Bu da absürt!
Berna'nın o görüntüleri kalem kameradan, milattan önce 70'li yıllarda terk edilmiş VHS sisteme yükletebilmesi için sevişecek epey bir teknik adam bulması gerekiyor; bir CD ya da hard disk içinde iki dakikada hazırlayıp vermek yerine mesela!
Yani özetle, VHS varken kalem, kalem varken de VHS yoktu sizin anlayacağınız!
Bakan Kalemdar'ın makamındaki arka odada yine habire sevişmek için kullanılan çek yatın yaylarının gıcırdaması da mevzubahis değildi o yıllarda çünkü, yaylı sistemler henüz kullanılmıyordu; dönem sünger yatak ve sünger çekyatlar dönemiydi.
Yakın geçmişte Nesrin ablamız ve MHP'li ağabeylerimiz örneklerinde olduğu gibi hususi evler tercih edilir oldu artık; salon salomanje!
Kırşehirli köylü Anadolu insanlarının ellerinde Fransız parfümler görüyoruz romanda, hediye getirilen jartiyerler, muhtar çakmaklarının bile zor bulunduğu dönemlerde iki dudak arasına alınan sigaraların önüne uzatılan Zippo çakmaklar...
Komik ötesi!..
Yine Barbi bebekler görüyoruz 1980'lerin Türkiye'sinde ki, bırakın barbiyi marbiyi iki koluyla, bacakları don lastiğiyle birbirine gövde içinden bağlanan plastik oyuncak bebekleri sanırım yaşı müsait olan herkes hatırlar?!.
Hele 1953 yılında Kırıkkale'deki bir eve sırf karnı doysun diye besleme verilen küçük bir kız çocuğunun saçları tıraş edildikten sonra banyoya sokularak, ellerindeki nasırların ponza taşıyla ovulması sahnesi hayli güldürdü beni.
O yıllarda tüm Gırşeerliler bilumum nasırlarını ponzayla ovar, suşiyle beslenirlerdi nitekim; Yaşar Kemal'in Çukurova'sında da sabahları her köyde kahvaltıda havyar yenirdi!..
Yine mesela o yıllarda ilköğretimdeki en yüksek puanın "5" olmasına rağmen Zeliha'nın 10 üzerinden 8 alması gibi kurgudaki zaman ve mantık hataları fazlasıyla sırıtıyor.
Böyle örnek daha pek çok da...
Kitap boyunca habire İstanbul'un meyhaneleri gibi neredeyse Anadolu'nun tüm kerhanelerini dolaşıp duruyorsunuz; sayfalar boyunca, seksin her biçimini okuyup görerek ama romanın kahramanı Berna'nın soğuk, yani frijit yapısı kadar dikkatinizi çekmiyor hiçbir şey.
Habire seksin geçtiği onca sayfada bir kez olsun birazcık romatizm, birazcık erotizm olmaz mı canım!
Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir derler.
Ha! kitap kötü mü?
Değil, sadece vasat.
Hele hele Arzu Yılmaz'dan (Arınel) beklenemeyecek kadar vasat!.
(Eskilerden bir yazı...)