İsmi, kim olduğu hiç önemli değil…
Geçen yaz bir günlüğüne girdikten sonra denetimli serbestlik hakkımdan yararlanmak için tahliye olduğum Bursa Yarı Açık Cezaevi’nde tanıdım onu.
Toplumda yeri, itibarı olan saygın bir işadamı…
Evli…
Ve olamaz mı?
Günün birinde aşık oluyor bir kadına.
“Aşk bir hastalıktır” çok iyi bilirim ancak, Yapı Kredi Yayınları tarafından üç ayda bir yayınlanan felsefe ve kültür dergisi Cogito’da okumuştum bundan yıllar önce, “Aşk acıdır” deniyordu orada, işte bu da doğru ama bir insanın bu kadar mı canını yakar şu gözü kör olasıca aşk!
Birlikte yaşamaya başlıyorlar kadınla, ona ev tutuyor.
Tutkunluğunu da verimkar yanıyla göstermeye çalışıyor; altına son model lüks bir araba çekip, Fatih Sultan Mehmet Bulvarı’nda da koca bir butik açıyor O iş sahibi olsun diye.
Bir an bile ayrılamıyor sevdiği kadından, O’ndan uzak geçen her saniye içini acıtıyor çünkü.
Sonra bir gün İzmir’deki bayilerini ziyaret etmesi gerekiyor; bir hafta sonu yeğeniyle birlikte iş görüşmesi için gidiyorlar oraya.
Şirketinin temsilciliğini yapan firma sahibi kendilerini mükellef bir akşam yemeğinde ağırlamak istediklerini söyleyip ısrar da edince sevdiğini arayıp “Hafta sonu dönemeyeceğini, kendisini bekleyip merak etmemesini, ancak pazartesi günü Bursa’da olabileceğini” bildiriyor.
Cumartesi akşamı geç vakitte bitiyor yemek.
İçinde bir özlem var adamın, o nasıl bir özlem ki, kor gibi yakıyor insanı.
Yeğenine “Hadi kalk basıp gidelim, geceyi otelde değil, kendi yatağımızda geçirelim” diyor.
Sabaha karşı varıyorlar İzmir’den, Bursa’ya…
O kadar çok seviyor ki kadını, uyanmasın, uykusu bölünmesin diye zile bile basmıyor…
Sonra usulca sokuyor anahtarını kilidin deliğinden içeri…
Fakat o da ne, içeriden başka biri takılmış, daha fazla ilerleyemiyor anahtarı!
Hala zile basma taraftarı değil adam, “Uyanamasın sevdiceğim” diyor ve geceyi hemen yakında bulunan annesinin evinde geçirmek üzere dönüp, üç-beş basamak iniyor merdivenlerden aşağı…
İşte o an…
Hiç yaşanmaması gereken o an…
Keşke biraz daha ilerleyebileydi…
İlerleseydi de hiç duymasaydı içeriden gelen o hain tıkırtıyı!..
Duyduğu ses üzerine merak edip dönerek tekrar takıyor anahtarı deliğe…
O da ne!
Bu kez açılıyor kapı.
Ve içeri girince bir çift erkek botuyla karşılaşıyor.
Hiç konduramıyor, ihtimal vermiyor önce çünkü, kadının erkek kardeşleri filan sık sık gelip kalıyorlar evlerinde.
“Acaba kim gelmiş bize misafir” diye salonu, odaları filan dolaşıyor önce.
Hiç kimse yok!
Geriye bir tek yer kalıyor:
“Kendi yatak odası!..”
Büyük bir aşkla sevdiği ancak tam bir nemfomanyak olan karısı güzeller güzeli Messalina’nın kendisini neredeyse Roma’nın tüm erkekleriyle aldattığını öğrenen imparator Cladius’un yaşadığı o büyük sarsıntıdan sonra belki de insanlık tarihindeki en şiddetli “şokun” gerçekleşmesine artık saniyeler vardır!
Önce gidiyor, dış kapıyı kilitleyerek anahtarı da cebine koyuyor adam.
Sonra mutfaktan eline bir yemek bıçağı alıyor.
Kapıyı tekmeleyip açtıktan sonra gördüğü manzara aynı yatağın içinde bir kadın, bir de erkektir!..
Erkekle giriştiği şiddetli ve kanlı boğuşma bitince bu kez evde kadını aramaya girişiyor adam.
Her yeri arıyor önce ama yok, yerin dibine girmiş sanki!
Sonra fark ediyor ki pencereyi açıp, ikinci kattan aşağıya atlamış.
Orada bulup, onu da bıçaklarım düşüncesiyle elleri, yüzü gözü kan içinde hemen aşağıya park yerine koşturuyor.
Yine yok!
“O zaman yakında oturan ablasına gitmiştir mutlaka” diye düşünüp elinde bıçak, bin hışımla bu kez oraya ilerlemeye başlıyor.
Meğerse karakola koşmuş kadın, az sonra polisler çevirip yakalıyorlar adamı!
Sonra davalar, yargılamalar, Yargıtay falan…
Bereket versin ki ölmemiş kendi evinde, sevgilisinin koynunda yakaladığı kişi!
Ancak, “kasten adam öldürmeye tam teşebbüs” suçlamasıyla 8 yıla yakın hapis cezası alıyor.
Cezaevine girmeden önce ilk karısıyla tekrar birleşiyorlar, bir de kız çocukları oluyor bu arada.
İlk yıllar kapalı cezaevinde geçiyor.
“Çok, ama çok zordu” diye anlatıyor…
Sonra, serbest kalmasına iki yıla yakın zaman kala yarı açık cezaevine alıyorlar.
Aynı şeyi yaşasalar bu gün 100 Türk erkeğinden yüzde doksan dokuz nokta dokuzunun aynı şekilde davranacağı kesin!
“İçinde yaşadığımız toplumun yüzde 3’ü şizofren” diyor yapılan araştırmalar!
Yani hiç birimizin sokakta yürürken Allah korusun, başımıza talihsiz bir olay gelmemesinin garantisi yok!
Bu gün cezaevleri yaşadıkları bahtsızlıklardan ötürü bin kere pişman kader mahkumlarıyla dolu.
Türkiye yeni bir dönemece, yeni bir yola doğru hızla ilerliyor.
Kişi cinayet mi işlemiş?
Tamam, salma onu ancak, cezasının belli bir bölümünü indir!
Uyuşturucu baronu mu adam?
Kalsın içeride, yatsın, zıbarsın!
Kadın ya da çocuk istismarı mı yapmış?
Dibine kadar çeksin cezasını!
Teröre, Fetö’ye mi bulaşmış?
Allah’ından da bulsun inşallah!
Ancak, tüm bunların haricinde basit suçlardan dolayı cezaevlerinde yatan ya da cezasının bitimine artık çok az bir süre kalmış on binlerce insan ve o insanların yolunu gözleyen yüzbinlerce acılı çoluk çocukları var.
Birkaç saatliğine bile olsa dört duvar arasında kalıp, oradaki sıkıntıyı çekmeyen hiç kimse özgürlüğün kıymetini bilemez!
Önce Cumhurbaşkanı Baş Danışmanı Yiğit Bulut dile getirdi…
Sonra da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli açtı bu konuyu.
Sonra da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Şu an için bu meselenin gündemlerinde olmadığını” söyledi ancak…
Muhalefetinden iktidarına hepimizin, herkesin desteklemesi lazım…
Adına öncekiler gibi “af” demiyorum ben bunun, “milli barışma” diyorum, “milli sevinç”, “milli kucaklaşma” diyorum!..
“On binlerce insan bayramı evlerinde, çoluk çocuklarının yanında geçirsin” diyorum!
“Sırf siyasi olarak başka kutuplarda bulundukları için Devlet Bahçeli’nin bu çıkışına karşı görüş bildirenler ellerini vicdanlarının üzerine koyup, birazcık merhamet duygularıyla baksınlar bu konuya” diyorum!
Yaklaşık 20 seneden bu yana hiçbir adım atılmadı affa dair…
“Kader mahkumlarının da yüzleri gülsün artık” diyorum!