Yazarlar

Aşı

post-img
Yaşamımda ilk kez aşı olduğum günü daha dün gibi anımsıyorum. Henüz ilkokul 1’nci sınıftaydım. Haberi ders arasında kendinden önce geldi. Yan sınıfta “aşıcılar” vardı ve az sonra da sıra bize gelecekti. Birkaç kız çocuğu arka sıralara oturmuş, hüngürdemeye başlamıştı bile! Sıhhiyeci Mamut ve beyaz önlüklü yardımcısı ellerinde alet edevatlarıyla birlikte içeri girdiklerinde ağlama seansı bir histeri krizine dönüşmüştü bile! “Herkes sol kolunu önlüğünün altından çıkarıp sıraya girsin” dedi Nezahat öğretmen. Sıhhiyeci Mamut, öğretmen masasının üzerine koyduğu ispirto ocağında cam ve metalden oluşan şırıngasını fokur fokur kaynayan suyun içinde iyice dezenfekte etti. Sonra iki ayrı ilaç tüpüne daldırıp karıştırarak aşısını hazırladı. Yardımcısı, sıradaki çocuklar kıpırdamasın diye sıkıca tutuyor, Mamut da her enjeksiyonun ardından iğnenin ucunu hala yanmakta olan ispirto alevine tutarak bir kez daha mikroplardan arındırıyordu aletini. Eğer en öndeki çocuk ağlamaz, sesini çıkarmazsa tüm sınıf susuyor; yok, biri bile yüzünü buruşturacak olsa hep bir ağızdan kızlı erkekli bir aşı senfonisi başlayıveriyordu birden! Aşı merasiminin en güzel yanı, o gün tatil olmasıydı. Sol omuzuma baka baka gittiğim evde anneme söylediğim ilk söz “Hiç ağlamadım” olmuştu! Fakat yüzyıllar boyunca henüz aşı icat edilmediği için ne çok ağladı, ne çok can verip, acı çekti şu insanoğlu! En çok da Ortaçağ Avrupası’nda “cadı” oldukları gerekçesiyle bilge kadınların diri diri ateşlere atılarak katledilmesine hayıflanırım. Tam bir algı operasyonudur cadı avı… Güya Şeytan’la iş birliği yapan, ruhunu şeytana satarak doğa üstü yetenekler elde eden(!) kadınlarla ilgili kurgulanmış bir kilise algısıdır. Oysa, doğanın en kadim bilgilerine sahipti bu kadınlar ve ne yazık ki atalarından öğrendikleri şifa ve tedavi yöntemleri onlarla birlikte yitip gitti. Ormanda yabani otlar toplayıp sebze çorbası yapan kadınlar bile emirleri altındaki cinlere ziyafet vermekle suçlanıyordu o yıllarda. Kilise hiçbir şeye, hiçbir hastalığa çözüm bulamıyor, şifacı kadınların yöntemleriniyse haset ve çaresizliğinden ötürü “din dışı” ilan ediyordu. Pazar günleri tüm kiliselerin çanları çalınıyor, salgınlardan koruması için tanrıya dualar edilip, ayinler düzenleniyor ancak, hiçbir yanıt gelmiyordu karşıdan. Bu gün artık insanlık için iğne ucu kadar bile önemi kalmayan sadece çiçek hastalığından 500 milyona yakın hasta ölmüştü oralarda. Her şey 1716 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na elçi olarak gönderilen eşiyle birlikte İstanbul’a gelen Lady Mary Wortley Montagu’nun, Türklerin bu hastalıkla mücadele yöntemini batıya taşımasıyla başladı. Hafif çiçek geçiren bir insanın derisindeki kurumaya yüz tutmuş irin büyükçe bir iğnenin ucuyla alınıyor, sağlıklı bir bireye batırılıyordu. İşte size modern aşının bin yıllardan bu yana nesiller boyu aktarılarak gelen kadim bilgisi! Sanmayın ki bu tedavi sadece Türklere ait bir yöntemdir. Çinliler, derideki kabuk döküntülerini toz hale getirip, burun içine sürmekle bağışıklık kazandılar. Afrika’daysa, kabuklardan alınan döküntüler deride açılan bir kesiğe ovularak sürülüyordu. Bilimden beslenen “modern tıp” gelişerek ilerledi, doğmalardan kaynaklanan batıl inançlar ve “korkunun” insanlarda yarattığı algıysa hala olduğu yerde öylece duruyor. Ne diyor Hülya Koçyiğit’in damadı Ender Alkoçlar? “Çok azmıştık!..” Alkoçlar’a göre kendi muhiti etrafında yaşanan azgınlığa Tanrı’nın bir cezasıydı koronavirüsü! Demek ki Sodom ve Gomora’dan beri değişen pek bir şey yoktur; insanoğlu için her şey aynı. Kuduz aşısını bulan Louis Pasteur’ü, insanlığı yakın zamana dek kasıp kavuran veremin şövalyesi Robert Koch’u, penisilini bulan Alexander Fleming’i, insülin hormonunun kaşiflerinden Frederick Banting’i buradan rahmet ve minnetle anıyor… Bilimin dışında her şeyi kendine rehber edinenlere de “Allah akıl fikir versin” diyorum!

Diğer Haberler