Yazarlar

Atatürk çocuk ve bayram

post-img
İngilizler, Amerika’yı işgal ettikleri vakit bölüğün önünde “dandırı dan, dandırı dan, dandırı dandırı dandırı dandırı dan” diye yürürüyüp, birliklerine moral verirlerdi. Bunun ritmik meali “beş lira ver, beş lira ver, beş lira ver, beş lira ver, beş lira yoksa on lira ver” şeklindeydi! Nereden mi biliyoruz? Bizim nesil bol bol “çizgi roman” okurdu da işte oradan. Kaptan Swing’in, Ontorio kurtlarında rastlanırdı bu sahneye: “Beş lira ver, beş lira ver, beş lira bulamazsan on lira ver!..” Kültür emperyalizmi işte böyle bir şey… Matrix Filmi’nde Morpheus, Neo’ya iki tane hap uzatır; bunlardan  insanı mutsuz eden gerçekler, diğeriyse de mutlu eden yalanlar tabletidir. Aynı söylenceye göre Hz. Peygamber'in göğsü melek Cebrail tarafından yarılarak kalbi çıkarılmış ve ardından yarılıp içindeki şeytani vesvese ve kirlerden temizlenip hikmet ve üstün niteliklerle doldurulduktan sonra tekrar yerine yerleştirilmiştir. İnkalar’da aynı şeyi yaparlardı sunaklarında. Seçim senin, seç seçebilirsen! Siz “gerçekleri bilme taraftarı” mısınız yoksa, zor ve acı çekme bahasına da olsa “doğruların helvasını” karmayı seçenlerden misiniz Allahaşkına? Dünyanın en eski ve muhteşem askeri bandosuna sahip bir milletiz. Zurna, kerrenay, mehter düdüğü, klarnet, boru, kös, davul, nakkare, Türkborusu olarak da nitelendirilen zurna, sipsili ağaçtan yapılan, canlı, heybetli, duygulu ve kıvrak bir mehter enstrümanıdır. ... İyi de İngiliz sömürgelerine aşılanan “beş para ver, beş para ver, beş para veremezsen on para ver” de neyin nesi oluyor ki? Lisede okurken en çok dikkatimi çeken konulardan biri de buydu mesela! Niye İngiltere’den indik aşağı, salıverdik Yenicemahalle  yokuşundan başaşağı! Yine dünyanın en güzel kreasyonuna sahiptir bizim giysi kültürümüz. En güzel serpuşlar, göynekler, hırkalar, üç etekler, gıdıklıklar,ön abalar, kuşaklar, yemeniler, daha ne ararsan vardır oralarda… Peki, nasıl oldu da kırmızı urbalıların dandik poturlarına, ibibik kuşu gibi külahlarına el verdik hiç düşünmeden? Hünkar beğendilerimiz, bin pare şerbetlerimiz, un helvalarımız, lüfer yanağından yapılma sultan aşımız, soğan yahnimiz, hoşaflarımız, kompostolarımız… Dünyanın en güzel mezar taşlarına teslim ettik kendimizi diğer taraftan.? Cennet mekan Sultan 2’nci Abdülhamit Han Mekanı Cennet Olsun, Sultan II. Abdülhamit zamanında İstanbul'da kurulması düşünülmüş ve Sadrazam Halil Paşa'nın çabaları ve padişahın maddi desteği sonucu gerçekleştirilmiştir Osmanlının dar-ül acezesidir darül eytamlar. Sonra da tüm coğrafyaya yayılmış, savaşlarda yakınlarını kaybeden minikleri himaye etmeye girişmişlerdir. Trilye’deki taş mektep bile bu amaçla çalışmıştır bir vakitler. Gureba-i Laklakan mı? Bir önceki dönem sakat kamış hayvan hastaneleridir aslında. Ve Atatürk’ün biyolojik çocuğu  olmasa da onları himaye ederek, koruyup kolladığı bir dizi evlatlığı vardır mesela. Mustafa Kemal Atatürk'ün biyolojik anlamda kendisinden olmuş bir çocuğu yok. Ancak üvey evlatları var. Bunlar; Abdurrahim Tuncak, Zühre, Afife, İhsan, Ömer, Afet İnan, Nebile Hanım, Rukiye Erkin, Zehra Aylin, Sığırtmaç Mustafa, Sabiha Gökçen ve Ülkü Adatepe. Mesela çocuk bunlar… Niye “vali”, “kaymakam” değil de sığırtmaç? Bunların pek çoğu henüz çocuk denecek yaşta evlatlık ve cariyelik ederken toplum her nedense pek az kısmını tanıyabilir. Çocuklar bile sınıflarına göre muamele görürler bu ülkede. 23 Şubat 1938’de 23 milyon dolara satın alınan Savorana’na konuklarının ağzı henüz süt kokardı “Beş para ver, beş para ver; beş para bulamasan on para ver! Yirmi dört saati  sadece 1 milyon liradan geçirilen sadece 56 gün! Atamıza can feda, yeter ki O’nun canı sağolsun! Yok Dolmabahçe Sarayının yapımı anca bu paraya mal olmuş da… Memlekkette enflasyon bu nedenle artmış da… Salak! Çok ama çok zengindi Mustafa Kemal… "Vefatından bir buçuk yıl öncesine değin, Atatürk bütün Türkiye'nin en büyük toprak sahiplerinden ve zenginlerinden biriydi. Bu servet ona miras kalmamış, aylıklarının arttırılmasıyla da oluşmamıştır. Çocukların en çok hoşuma giden hâlleri nedir, bilir misin? İki yüzlülüğü becerememeleri, bütün istek ve duygularını içlerinden geldiği gibi açıklamalarıdır elbette. Çankaya Köşkü’nün bahçesinde, yakında oturan çocukların öğrenimi için yapılan tek katlı, iki odalı bir ilkokula Sabiha ve Rukiye ile birlikte gittiğini bildiğimiz Zehra; Amasyalı Mehmet isimli bir kişinin çocuğu idi. Zehra, okuması için Londra’ya gönderilmişti. Fakat Zehra girdiği yatılı okulda uyum sağlayamamış ve gece gündüz garip şeyler anlatıp ağlamaya koyulmuştu. Sonunda Türkiye’ye dönmesi uygun görüldü. 1936 kışında Londra’dan trenle Paris’e geçerken Amiens istasyonuna yaklaşıldığında hava almak için koridora çıkan Zehra pencereden sarkarken baş aşağı düşüp can verdi. Genç kızın cenazesi Paris’ten İstanbul’a getirilerek Maçka mezarlığında toprağa verildi. Ne hazin bir ölümdür trenden atılmak! Atatürk 1893 yılında daha 12 yaşında iken babasını kaybetmiş; hayatının ondan sonraki bölümünü “yetim” olarak sürdürmüştür. Bu nedenle çocukları çok seviyor, özellikle kimsesiz çocuklara sahip çıkıyor, onların eğitimine büyük önem veriyordu. Atatürk; İhsan, Ömer, Afife, Abdürrahim ve Zehra (Zühre)’yı Cumhuriyet’ten önce; Sabiha, Afet, Rukiye, Nebile, Ülkü ve Sığırtmaç Mustafa’yı Cumhuriyet’ten sonra manevi evlatları edinmiştir. Atatürk özellikle öğretmen Afetinan’ı bilimsel araştırmalara yönlendirmiş, onun bir bilim kadını olmasını sağlamış; gözü pek, cesur Sabiha’yı bir savaş pilotu olarak yetiştirmiş bu suretle Türk kızının, kadınının cesaretini, her alanda yetenekli olduğunu kanıtlamak istemiştir. Atatürk, vefatından önce düzenlediği vasiyetnamesinde, bütün manevi çocuklarına İş Bankasındaki payının yıllık gelirinden her ay belirli miktarda para ödenmesini istemiştir. (Hoş İş Bankası’nın kendisine ait olmadığı da tarihi bir gerçektir.) Buna göre Afetinan’a ayda 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200, Rukiye ve Nebile’ye de 100’er lira ödenecekti. Ayrıca Sabiha Gökçen’e bir ev satın alınması için gereken para verilecekti. Kimide de ayrıcalıklı doğacaktı işte böyle… Sabiha Hanım, altı çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak 1913 yılında Bursa’da doğdu. II. Abdülhamid tarafından Bursa’ya sürgün gönderilen Vilayet Başkâtibi Hafız Mustafa İzzet’in kızıdır. İlkokula gittiği yıllarda babasını ve annesini kaybetti ve kardeşlerinin yardımıyla öğrenimini sürdürdü. Atatürk, 1925 yılında çıktığı Bursa gezisinde Sabiha Gökçen’le tanıştı ve içinde bulunduğu güç yaşama şartlarını öğrenince de ağabeyi ile konuşarak onu evlat edindi. Ankara Çankaya İlkokulunu, daha sonra da Üsküdar Kız Kolejini bitiren Sabiha Hanım, Türk Hava Kurumu’nun Havacılık Okuluna girdi (1935). Burada geçirdiği başarılı öğrenim hayatından sonra, yüksek planörcülük kurslarına katılmak üzere Sovyetler Birliği’ne gönderildi. Dönüşte Eskişehir Hava Okuluna girdi, aynı zamanda 1. Tayyare Alayı’nda av ve bombardıman uçakları alanında uzmanlaştı. Sabiha Gökçen, 1937 Ege ve Trakya manevraları sırasında başarılı uçuşlar yaptı. Aynı yıl çıkan Şeyh Rıza İsyanı sırasında yapılan kara harekâtını, Dersim ve çevresindeki başarılı uçuşlarıyla kolaylaştıran Sabiha Gökçen, 1938’de yaptığı Balkan turuyla ününü Avrupa’ya yaydı. 1938’de Türkkuşu’nda başöğretmenliğe atandı ve 1955’te uçuculuktan ayrıldı. Türk Hava Kurumu Yönetim Kurulu üyesi oldu. İlk Türk kadın savaş pilotu olan Sabiha Gökçen 2001 yılında vefat etti. Ülkü’nün annesi Selanikli Vasfiye Hanım, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım tarafından evlatlık olarak alınıp büyütülmüştür. Zübeyde Hanım ile Selanik’ten İstanbul’a, oradan da Ankara’ya birlikte gelen Vasfiye Hanım, Zübeyde Hanım ölünce de Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ın yanında kalmıştır. İlk kocasından dul kalan Vasfiye, köşke gelerek Atatürk’e sığınmış; bir süre sonra da Orman Çiftliği’nde istasyon şefi olan Tahsin Çukuroğlu ile evlenmiştir. Aile 1932’de bir kız çocuğuna sahip olduğunda onu kırk günlük iken köşke getirmişler; Atatürk çocuğa “Ülkü” adını koymuş ve yanına almıştır. Son günlerine kadar yanından ayırmadığı küçük Ülkü artık onun için bir “yoldaş” olmuştu. Ülkü büyüdükçe Atatürk’ün ona olan sevgisi de büyümüş; onu yurt gezilerinde yanında götürmeye başlamıştır. Atatürk, Ülkü’nün özellikle yaşına göre olgun davranışlarından ve zekâsından çok etkilenmiştir. Atatürk öldüğünde Ülkü beş buçuk yaşlarındaydı. Atatürk, 11 Ekim 1925’te İzmir’e geldiğinde, birçok kurumun yanı sıra okulları da gezerek konuşmalar yaptı. Yine o günlerde İzmir ilkokullarından birinde bir toplantıda Afetinan ile karşılaştı. Selanik’in Doyran kazasında doğan Afetinan, bölgenin Yunanlıların eline geçmesinden sonra ailesi ile birlikte Türkiye’ye göçmüştü. Afetinan ilköğrenimini Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinde, Ankara ve Biga’da tamamladıktan sonra, Bursa Kız Öğretmen Okulunu 1925 yılında bitirmiştir. İlk görevine 17 yaşındayken, babasının görevi gereği bulundukları İzmir’de Reddi İlhak İlkokulunda başlamıştır. Atatürk, Afetinan’ın ailesinin Makedonya kolunu tanıdığından, kendisinin meslek ve durumu ile ilgilenir. Afetinan’ın isteği, öğrenimini sürdürmek ve yabancı dil öğrenmektir. Bunun yerine getirilmesi için Atatürk, Afetinan’ın babası ve annesi ile görüşerek, kendisini o yıl İsviçre’nin Lozan şehrine Fransızca öğrenmeye gönderir (1925-1927). Sonra, İstanbul’da Fransız Kız Lisesi (Notre Dame de Sion) nde bu öğrenimini sürdürür (1928-1929). Ortaöğrenim tarih öğretmenliği sınavına girerek öğretmenlik belgesini alır ve Ankara Musiki Öğretmen Okuluna, Tarih ve Yurt Bilgisi öğretmeni olarak atanır (1929-1930). Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş çalışmalarında yer almış ve orada uzun yıllar Asbaşkanlık yapmıştır. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün de müdürlüğünü yapmıştır. Akademik çalışmalarına devam eden Afetinan, 1938’de lisans, 1939’da doktora çalışmalarını tamamlayarak 1942’de doçent ve 1950’de de profesörlüğe yükselir. Prof. Dr. A. Afetinan’ın Atatürk ve Türk tarihi ile ilgili birçok yayını bulunmaktadır. Afetinan Atatürk’ün pek çok konudaki düşüncelerini ve kişilik özelliklerini yansıtan hatıralarını eserleriyle bizlere nakletmiştir. 8 Haziran 1985’te ölmüştür. 1927’de İstanbul Çapa Öğretmen Okulundan üç kız öğrenci, Dolmabahçe Sarayı’na getirilmişti. Bunlardan Nebile, Atatürk’ün manevi kızı olarak kalmıştır. Daha sonra öğrenimi için Ankara’ya getirilen Nebile, evlenme çağı geldiğinde, o yılların Viyana Büyükelçiliği Başkâtibi Tahsin Bey’le evlendirilmiştir. Düğün 17 Ocak 1929’da Ankara Palas’ta, Atatürk ve diğer davetlilerin katılmasıyla yapılmıştır. Atatürk’ün hastalandığı günlerde Nebile de hastalanmıştı. Yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak hayata gözlerini kapamıştır. Atatürk, Rukiye’yi bir Konya gezisinde tanımıştı. O vakitlerde Rukiye hayatının en zor yıllarını yaşıyordu. Kimsesizdi. Atatürk, Rukiye’yi Ankara’ya getirerek bakımını ve okutulmasını sağlamış ve bir Jandarma Yüzbaşısı Hüsnü Erkin ile evlendirmiştir. Nikâhları Ankara Belediyesi’nde kıyılmış, zamanın İçişleri ve Dışişleri Bakanları da şahitlik etmişlerdir. Düğünleri İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda yapılmış, düğünde Atatürk ilk dansı Rukiye ile yapmıştır. (Hani ‘saray’ deyince insanın aklına ve sarayda ölen ilk hükümdar!..) Evlatlıklarından Abdürrahim, o zamanlar Van’dan aldığı kimsesiz bir çocuktur. İstanbul’a getirdiği sekiz yaşındaki Abdürra­him’i Beşiktaş Akaretler’de 78 numaralı evlerinde annesi Zübeyde Hanım’ın yanına bıraktı. Zaferden sonra da Ankara’ya getirerek, Salih Bozok’un oğlu Cemil ile beraber Çankaya Köşkü’ne yakın bir ilkokula yazdırdı. Daha sonra Sanayi Mektebine gönderilen Abdürrahim, Atatürk Latife Hanım’la evlenince İzmir’e Zübeyde Hanım’ın yanına gönderilmiş ve ayrıldıklarında tekrar Ankara’ya geri getirilmiştir. Mustafa Kemal, öğrenimine yurt dışında devam etmesini uygun gördüğü Abdür­rahim’i 1929 yılında Berlin Teknik Üniversitesine göndermiş ve tüm giderlerini karşılamıştır. 1934 yılından sonra “Tun­çak” soyadını alan Abdürrahim Bey Sava­rona Yatı’nın satın alınması görüşmelerinde tercümanlık yapmıştır Sığırtmaç Mustafa da Atatürk’ün Yalova’da tanıyıp himayesine alarak okuttuğu fakir çocuklardan birisidir. Mustafa’nın ailesi, Bulgaristan’dan gelerek Yalova’ya yerleşen bir göçmen aileydi. Mustafa 1929 yılı yaz aylarında sığır güttüğü bir sırada Atatürk’le tanıştı. Beslenmesi iyi olmadığı için hasta idi. Okuma isteği ile dolu olan bu çocuğu Atatürk önce Şişli’deki çocuk hastanesine gönderdi, tedavi ve bakımı ile ilgilendi. Sonra Beşiktaş’taki 19. İlkokula yazdırdı. Mustafa, Atatürk’ün himayesinde ortaokulu, askeri liseyi ve Harp Okulunu bitirerek subay oldu. Bir zamanların sığır çobanı Mustafa emekli olduktan sonra Yalova’ya yerleşti ve orada 15.01. 1987’de vefat etti. Çocuk Esirgeme Kurumları dururken onca öksüz ve yetim bir sarayda neden tutulur mesela? Dahası İsmet İnönünü Ailesi’nin çocuklarına niye bakılıp, niye okutulur? Üstelik de son derecede variyetli paşa çocuklarıyken… Kıvırcık  kadar çocuk kendini kompartımandan niye atar? Ve Fikriye neden ölür; dahası öldürülür. Bu gün 23 Nisan, neşe doluyor insan… Çocuklara bayramlarda emir zoruyla niye trampet çaldırılır? Kiminin adı Kaportacı Kadir, kimi Sığırtmaç Mustafa, kimi Atatürk’le birlikte salıncağa binen Ülkü Adatepe’dir? Kim bilir, Rıfat Ilgaz’ın “Sınıf” isimli kitabı doğruydu belki de! En büyük bayram bizim bayram çünkü. Ve bir evlat annesinin cenaze törenine neden katılmaz? En büyük bayram bizim bayram bizim bayram olmasın sakın!

Diğer Haberler