Yazarlar

Ayı idi mayı idi ama…

post-img
1980’lerin hemen başı… Amerika’dan gencecik bir çift geldi. Ali abi ve Günay abla. Irgandı Köprüsü’nün hemen altında, dereye bakan evimizin giriş katını kiralayıp yerleştiler. O sıralar daha henüz doçentti Ali Güngör; henüz profesör olmamıştı. Uzun süre Amerika’daki bir üniversitede çalışmış, sonra eşiyle birlikte Türkiye’ye geri dönme kararı almışlardı. Sanırım geldiklerinde Günay abla Özlem’e hamileydi. Ali abi gelen teklif üzerine Uludağ Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak başlamış, Günay abla da Bursa Anadolu Lisesi’ne İngilizce öğretmeni olmuştu. Sonra öğrendim ki, kaç sene geçmiş aradan? Dile kolay yaklaşık 35 yıl… Tek evlatları Özlem de akademik kariyer yapmayı seçmiş, o da Uludağ Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmuş. Daha dün gibi… Emeklemeye başladığı andan itibaren kapıyı her açık bulduğunda pıtır pıtır sürünerek merdivenleri tırmanır, doğruca üst kata, yukarıya bize gelirdi. Bilgili, görgülü, aydın insanlardı her ikisi de. Yıllarca komşuluk, ahbaplık ettik. Sonra Kükürtlü’den ev alarak bizden ayrıldılar. Nedense Validenin kiracıları hep ev alarak ayrılırlar; ayrılırlar ama hep de arayıp sorarlar, dostluklarını hiç bitirmezler. Güngör çifti de öyle yaptı. Her daim arayıp hal hatır sordular, selam bıraktılar. Sonra Ali abi her yıl düzenli olarak Amerika’ya yılda bir kez mutlaka gidip, orada yaklaşık 3’er ay kadar da kaldı. Bakın tekrar söylüyorum, dile kolay, 35 sene öncesi… O sıralar herkesin evinde telefon bile yok. Konu komşu telefon etmeye geliyor. Rahmetli babam evin adeta postaneye dönmesinden ötürü hayli yılmış olmalı ki, caydırıcı olsun diye içine sadece 1 lira metal para konularak çalıştırılabilen bir aparat taktırmıştı telefon cihazına! Bak neler geliyor aklıma! Hoover marka elektrikli süpürgemizi de “misafir gelecek, temizlik yapalım” diye ödünç alırlardı komşular. Henüz renklisinin hayalinin bile kurulamadığı o yıllarda siyah beyaz Schaub Lorenz marka televizyondan reklamını da izlerdik müziği eşliğinde “ho ho Hoover, süpürür döver” diye. Ali abiye sormuştum: “Zaten yıllarca orada kalmışsınız, şimdi neden her sene birkaç aylığına yine gidiyorsun?” Şimdi Fizik Profesörü olan, halen de Bahçeşehir Ünversitesi’nin üst yönetiminde bulunan Ali Güngör’ün yanıtı şöyle olmuştu: “Bizim oradaki üniversitede dünyanın pek çok ülkesinden gelen insanlardan oluşan bir bilim heyetimiz var. Hepimiz orada toplanıp fiber optik kablonun yapımı için çalışıyoruz. Bu gerçekleştiği vakit dünyada bir devrim olacak.” -Fiber optik kablo? Hiç unutmuyorum, “Bak” demişti Ali abi, “sizin evdeki telefon neyle iletişim sağlıyor? Data yani ses alışverişini bakır bir kablo vasıtasıyla gerçekleştirmiyor mu?” Evet? “Bu durumda o kablo sadece iki kişinin ihtiyacını karşılayabiliyor demektir. Biz orada üzerinde çalıştığımız fiber optik kabloyu icat edebilirsek eğer, içinden örneğin aynı anda karşıdan 15 milyon telefon görüşmesi gelip, karşıya da aynı anda ayrı ayrı 15 milyon görüşme gidebilecek!..” “Vay be Ali abi” demiştim, “müthiş bir şey olur bu!..” Müthiş bir şey de oldu zaten. Onlar daha o yıllarda Amerikan devletinin sunduğu olanaklarla fiber optik kabloyu icat etmeyi başardılar. Bu gün bu bilgisayarı kullanıyor, Amerika’da okuyan kızımla cep telefonumdan dilediğim an üstelik de ücretsiz sesli ve görüntülü olarak konuşabiliyorsam bunu yine Amerika’ya ve orada geçmişte çalışan Japon’undan, Türk’üne kadar o bilim insanlarına borçluyum, çok iyi biliyorum! Bu arada “fiber optik” kablonun mucitlerinden birinin ahbabımın olması da ayrı bir onur meselesi tabii ki! Büyük devlet olmanın gereğidir bilim adamlarına, şairlere, ressamlara, yazarlara kapılarını sonuna kadar açıp onlara maddi manevi her türlü olanağı sunmak. Aynı zamanda büyümenin de gereğidir. Nitekim Ali Güngör de henüz gencecikken fark edilip burs verilerek Amerika’ya davet edilmiş ve bilim dünyası için beyninden istifade edilmiş binlerce insandan biridir. Sonuçta kim kazanmıştır? Elbette insanlık! Büyük devletler, büyük, ileri görüşlü devlet adamları hep böyle yapar. Uzak diyarlardaki beyinlere kapılarını açıp, onlara her türlü olanağı sağlarlar. Mesela Timur buna en büyük örneklerden biridir. Dünyanın ilk rasathanesi Timur’un ülkesinde, Uluğ Bey tarafından Semerkant’ta açılmıştır. Yeşil Türbe ve Cami’deki muhteşem çinileri yapan usta da dönüşte Timur tarafından alınıp götürülecek ve bu sanatı orada öğrendikten 10 yıl sonra Bursa’ya geri döndüğünde o eserler çıkacaktır meydana. Semerkant’taki Timurlu türbelerini bir görmelisiniz, Yeşil’deki çiniler acemi işi kalır onların yanında. Osmanlı’nın ilk döneminde de anlayış böyleydi. Fatih’in, İstanbul surlarını döven dev topları bir Macar ustaya döktürdüğünü anımsarsanız eğer, ne demek istediğimi anlarsınız. Bu coğrafyanın kötü kaderi Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinin ardından başlıyor aslında. İran’a karşı baraj oluşturacağım diye giderken yolda on binlerce Alevi’yi kesen Yavuz, dönüşte de Mısır ve Orta Doğu’dan “ulema” diye 15 bin kadar yobaz Arap’ı da aileleriyle birlikte yanında getiriyor! Suriye’den yakın zamanda gelenler hariç, bu gün Türkiye’de 6 milyon kadar aslında Arap kökenli insan var. O gün Anadolu’ya getirilenlerin neslinden çoğunlukla bu insanlar. Hani ortalıkta cübbeli cübbesiz bir çok herif geziyor, çeşitli tarikatları yönetiyorlar ya bu insanlar? Gerçekte hiç birisi Türk değil, Arap kökenli onların hepsi. Yüzyıllardır yapıp durdukları şey sünni halka Alevi düşmanlığı aşılamak bir, yobaz Arap kültürü yaymak iki! Kendilerini hiçbir zaman Türk’e ait hissetmez bu insanlar. Milli duyguları yoktur. Türk’ün bir yerde başı sıkışsa karşı tarafı tutarlar. Sadece onlar mı? İsmet İnönü’nün bir lafı vardır, “dünyada hiç bir ülke yoktur ki kendi içerisinde bizim kadar çok hain yetiştirebilsin” diye! Hainlerin üzerine bir de eski solcu “dangalak takımı” da eklenince ortaya çıkan kakafoni katlanılmaz oluyor bazen! Rusya, Suriye üzerinden ateş ederek fidan gibi gencecik iki evladımızın kullandığı Türk uçağını düşürünce bunlardan tık yok ancak, Türkiye sınır ihlali gerekçesiyle Rus uçağını düşürünce hepsi birer “Putin” oluyor bu kakafoni takımının? Peki neden? “Tayyip” düşmanlığı yapacaklar da onun için! Gözleri “Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığından” başka hiç bir şey görmüyor. Milli hisleri duyguları yok. Bu devleti İngilizler de yönetse onlar için değişen hiç bir şey olmazdı zaten. İkinci olay Tahir Elçi’nin ölümü üzerine yaşandı. Orada katledilen iki vatan evladı polisimize üzülmek yerine sırf Tayyip düşmanlığı yüzünden nasıl da ilk dakikada “katil” ilan ediverdiler hükümeti ve devleti! Aralarına Kürt faşistler de eklenince bir yaygaradır gidiyor ortalık. Aynı ekip Suruç ve Ankara patlamalarında da aynı tepkide bulunmuştu. Elde bilgi yok, veri yok, Facebook ve Twitter karşısında ahkam keserek devleti  yönetip duruyorlar akıllarınca. Türk askerine karşı sempatileri güya bağımsızlık savaşı verdikleri için PKK’nın eli kanlı savaş baronlarına, nefret ettikleri Erdoğan’a karşı da Türkiye’nin ezeli düşmanı Rusya’nın başındaki Putin’e!.. Hikaye o ya… Kadının birini dağda bir ayı kaçırıp mağarasında kendine eş yapıyor! Yıllarca da bırakmıyor kadını. Üstelik bir de bal getiriyor, armut getiriyor sürekli güzelce besliyor. Nice sonra köylüler onu bulup ailesine geri götürüyorlar. Fakat kadının yüzü hep asık, hiç gülmüyor bir türlü! Nedenini sorduklarındaysa şu cevabı veriyor: “Çalı idi çulu idi ama evim idi, ayı idi mayı idi ama gocem idi!..” Kendi içimizde bin kere en ağırından eleştiririz. Ancak işin gerçeği şu ki, Recep Tayyip Erdoğan öyle idi, böyle idi ama başbakanımız, Cumhurbaşkanımız idi! Türk ve Türkiye düşmanlarına karşı da her zaman Recep Tayyip Erdoğan’ın yanında, destekçisi oluruz! Cibiliyetsizlerden değiliz çünkü!      

Diğer Haberler