Siyasi hayatının bitmesine benim bir yazım neden olmuştu.
Olay Gazetesi’nde yazıyordum o vakit.
O da, henüz güçlü olduğu zamanların birinde Anavatan Partisi Bursa İl Başkanlığı görevini yürütüyordu.
Tam iki dönem milletvekilliği yapmış, Genel Başkan ve Başbakan Mesut Yılmaz ve ailesine en yakın insanların arasında yer almıştı.
Yapamayacağı iş, çözemeyeceği sorun yoktu Mehmet Gedik’in.
Çok da iyiydi aramız.
Bankaların hortumlandığı, Erol Evcil’in, Alaattin Çakıcı’yı kullanarak Türk Ticaret Bankası’nı satın almaya uğraştığı dönemdi.
Derken, sonra…
Bir siyasi kişilik, bir figür olarak “Erol Evcil’e ait bir cep telefonunu kullandığını, faturaların Evcil tarafından ödendiğini dahası, ANAP’a ait araçların yakıt ihtiyaçlarının yine Erol Evcil’in petrol istasyonundan karşılandığını” öğrendim ben bir gün.
Ve ardından gazetedeki köşemde yazdım.
Yer yerinden oynamıştı!
İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesine çağrıldı Mehmet Gedik.
Oradaki günler süren sorgusu bittiğinde saçı sakalı birbirine karışmış vaziyette kameralar önünde açıklama yaparken daha o dakika anlamıştım siyasi ikbalinin de sona erdiğini.
Fakat yaşam sonlanmamıştı henüz.
Hayat hep gidilen bir yoldu, varılan değil, bittiğinde kendisi de yitip giderdi çünkü!
Bir süre küs kaldık…
Sonra, aradan hayli zaman geçince Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin, Kültürpark’taki lokalinde bir akşam yemeğine davet ettim Mehmet Gedik’i.
Geldi.
“Sen haklıydın” dedi bana orada, “gazetecilik görevini yerine getirdin. Yazmayıp da ne yapacaktın yani? Benden yana hakkım helal sana! En ufak bir kırgınlığım yok, bunu bilesin.”
Adam gibi adamdı Mehmet Gedik.
Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun çünkü, muhtaçlara, ihtiyacı olanlara yaptıkları yardımları, kol kanat gerdiği düşkünleri, el uzattığı insanları ben biliyorum, hem bu dünyada, hem de öte yakada şahidim, bu kentin yetiştirdiği adam gibi adam, insan gibi insan siyasetçilerden biriydi Mehmet Gedik.
Ne mahkemeye verdi yazdıklarımdan sonra, ne de en ufak bir sitemi oldu.
Bir siyasetçi kolay yetişmiyor.
Hem bir nüvesi olması gerekli insanın, hem de yaşanmışlıkları, tecrübeleri bulunması lazım.
Mesela Faruk Çelik…
Daha düne kadar, bu güne dek en ağır bir şekilde eleştirdiğim politikacıların başındadır Faruk Çelik.
Bir günden bir güne mahkemeye başvurmamış, bırakın sitem etmeyi, olanca ağırlığıyla “Gazeteci bu, elbette övdüğü gibi tenkit de edecek” yaklaşımıyla hareket ederek sineye çekmeyi bilmiştir her şeyi.
Bu durum “olgun” bir yaklaşımdır bir siyasetçi için.
Olduğunun, olgunlaştığının bir ifadesi ve işaretidir.
Fakat bu açıdan işi hayli zor tipler vardır politik arenada, aynen Bursa Milletvekili Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu gibi mesela!
Geçen Salı, her zaman olduğu gibi alelade bir günün akşam saatleri…
Arayan Bursa Emniyet Müdürlüğü, Güvenlik Şube’den Murat Komiser…
“Hakkınızda bir fezleke var” dedi, “sizi alıp şubeye götüreceğiz. İfadenize başvuracağız.”
Her çağrıldığımda gidip sürekli ifade veririm zaten, şimdi akşam akşam bu da neyin nesi?
“Ben yarın gelirim” desem de “Yok” diyor komiser, “Savcılık talimatı var bu akşam alacağız!..”
Hımm!
Demek ki birileri bir yerlerde enseyi epeyce kastı!
Peki…
Hayırlısı olsun…
“Gelin, avukatım Petroçelli’nin ofisinden alın o zaman!..”
Güvenlik şubeye vardığımızda saat sekizi çoktan geçmiş…
Başka bir memur “savcılık talimatıyla o geceyi nezarethanede geçireceğimi, ertesi gün de mevcutlu olarak ifade vermek üzere Adliyeye götürüleceğimi” tebliğ ediyor yüzüme bakarak.
Peki suçum ne?
“Devlet büyüklerine hakaret!..”
Türk Ceza Kanunu’nda yok öyle bir madde!
Sadece TCK 299’da düzenlenen “Cumhurbaşkanı’na hakaret” maddesi var.
“Sesli yazılı veya görüntülü olarak hakaret” durumunu tanımlayan maddeyse TCK 125.
Orada da 3 aydan 2 yıla kadar hapis ya da para cezası öngörülmüş.
Eğer kamu görevlisiyse hakarete maruz kalan kişi, “cezanın alt sınırı 1 yıldan az olamaz” deniyor.
Ve iddia edilen bu suç gözaltına alınmayı ya da geçici olarak kişiyi özgürlüğünden mahrum kılmayı gerektirecek bir durum değil!
Savcılıktan gelen evraklara bakınca anlıyoruz durumu…
Kanımca bulunduğu makamın ağırlığını taşıyamayan, şimdiye dek yaptığı sıra dışı hareketlerle de bundan sonra taşıyabileceği şüpheli olan Bursa Cumhuriyet Başsavcısı Uğurhan Kuş’un yasa ve usule aykırı bir şekilde Bursalı Bakan Hakan Çavuşoğlu’na bir “hoş görünme” gayretidir bu!..
Evrakta bizzat Başsavcı Uğurhan Kuş’un imzası ve bilgi notu var.
Bir diğer Cumhuriyet Savcısı Hasan Yalçın’a yazılmış.
“Önce gözaltına alın” diyor Başsavcı, “bir gece nezarette tuttuktan sonra da Adliye’ye getirin” özetle!
En hafif haliyle bu bir gözdağı!
“Beni, bizi, onu yazmaya devam ettiğin mühletçe bu muameleyi görürsün” diyor aklınca!
Sen Başsavcıysan eğer, ben de “baş vatandaşım”, milletin hakkını hukukunu arayıp, derdine ferman olan türden üstelik!
Bi sorsaydı söylerlerdi oysa, “herkes yılar, Mehmet Ali Yılmaz”!
Beni korkutacak ha!
Ne savcılar, ne başsavcılar gördü bu ruh!
Olay Gazetesi’nden kovulmama neden olan dönemin Bursa Başsavcısı mesela…
Emekli olduktan sonra "yüzüne de bakan yokmuş” diyorlar şu sıralar!
Ağırlığı olmalı bir başsavcının…
Gazetecilerle filan uğraşmamalı, bir derdi, bir muradı varsa eğer, bir diplomat gibi davranıp, diyalog kurmalı.
Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı görevinden, Bursa Bölge Adalet Mahkemesi Başkanlığına atanan Abdulkadir Şahin mesela…
Haza beyefendi, üstlendiği makamın ağırlığını taşıyabilecek kapasitede pırlanta gibi değerli bir insandır kendisi.
Başsavcıvekili Ali Usta…
Yediden yetmişe herkesin sevdiği, önünde eğilip ellerinden öptüğü bir insandır Ali Usta da.
Bir de meselenin insani yanı var yani.
Hakkında geçmişte tutuklama kararı istediği bir insan bile yıllar sonra gelip, elini öpebiliyor Ali Usta’nın!
Şimdiki Bursa Cumhuriyet Başsavcısı Uğurhan Kuş’sa Bakan’a yaranma, intikam alma peşinde!
Peki, ne demişiz geçmişte “bakan yapıldığını televizyon ekranından öğrenen” Hakan Çavuşoğlu için?
“Kendisine verilen görevlerin basit olduğunu, “Medeniyetler İttifakı Projesi’nin yürütülmesi, 100’ncü Yıl Anmaları ve ilgili konuların koordinasyonu” gibi incir çekirdeğini doldurmayacak vazifeleri bulunduğu.”
Mehmet Şimşek gibi “ekonomi”, Fikri Işık gibi “Reformlar”, Recep Akdağ gibi “yatırımlar” öneminde görevleri yoktu Hakan Çavuşoğlu’nun, bana göre basit işler konulmuştu önüne ve kabine içinde de ciddi bir ağırlığı yoktu.
Peki bir başsavcı bunu niye dert eder, yazımı görüp okuyunca yemeden içmeden Hasan Yalçın’a bilgi notu yazarak mesai bitiminden, yani saat 17.00’den sonra gözaltına alınmam için niye talimat verir?
Çok basit!
Hakan Çavuşoğlu kendisini aramış olmalı!
Bursa Emniyet Müdürlüğü, Güvenlik Şube’de “yapılan işin doğru olmadığını, yapılmaya çalışılan şeyin usul ve yasaya aykırı olduğunu” anlatmaya çalışıyoruz.
Ellerinden gelen bir şey yok, emir kulu hepsi!
Sonra, yanımda getirdiğim “sağlık durumumu” gösterir bir rapor sunuyorum dosyaya.
Normal koşullarda o raporu gören her hakim ya da savcının bir sağlık kurumuna göndermesi gerekir beni!
Savcı Hasan Yalçın’la görüşüyor yetkililer.
Yazık, ertesi gün adamı ve yaşını görünce O’nun adına da üzüldüm doğrusu, Başsavcı Uğurhan Kuş’tan aldığı emiri yerine getirmek zorunda olduğunu hisseden Hasan Yalçın sağlık durumumu içeren raporu görünce “O halde bu gece aşağıdaki nezarethaneye göndermeyin, oradaki bir odada, gözünüzün önünde sabahlasın” talimatını veriyor polislere!
Tıbben hasta olan bir insanı hastaneye göndermek yerine, özgürlüğünü kısıtlayıp orada tutarak bile bile suç işliyor, suça ortak oluyor O da!..
Böyle mi sağlanacak bu ülkede adalet?
Bu insanlar mı giderecekler içimizdeki "adaletsizlik" duygusunu?
Gülüyorum içimden ama acı acı!..
Bakan arayacak Başsavcıyı, gazeteciye ayar çekmek isteyen Başsavcı da kendini hakim yerine koyup, atacak gazeteciyi bir gün önceden kodese!
Kuzey Kore ülkesi olmamız isteniyor her halde?!.
Herkes aynı düşünecek, her beyin aynı kalıptan üretilecek!
Ertesi gün öğleden sonra çıkabiliyoruz Savcı Hasan Yalçın’ın karşısına.
Dalga geçer gibi “Adliye’de akşam saat sekize kadar hakim vardı, gözaltı kararına niye itiraz etmediniz Avukat Bey” diyor bizim Petroçelli’ye?!.
“O gece gözaltında kalacağım” akşam sekizde tebliğ edilmiş, güler misin ağlar mısın, “Niye itiraz etmediniz” diye soruyor adam bize?!.
Peki, raporları görünce sen niye hastaneye sevk etmedin savcı bey?!.
Bir “adalet trajedisi” yaşanıyor Bursa Adliyesinde!
Sonrasında üst mahkemeye itiraz filan…
Serbest kalıyorum aradan geçen 12 saatin ardından.
İstanbul’da güneşli bir günün sabahında Topkapı Sarayı’nın avlusunda bulunan Has Oda’nın kapısı açılıyor...
Uzun boylu, genç bir adam ağır adımlarla arka bahçeye doğru ilerliyor.
Bu kişi, Avrupa’yı titreten, koca Akdeniz’i Türk gölü haline sokan Osmanlı Devleti’nin kudretli hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman’dan başkası değildir.
Devlet işlerinden vakit buldukça bir parça soluklanmak için arka bahçeye çıkar, ağaçları, kuşları ve denizi seyredermiş bu büyük sultan.
O gün deniz ve doğa bir başka güzelmiş ancak, ağaçlardan bazılarının yapraklarının buruştuğunu fark ediyor Kanuni.
Hemen yanlarına yaklaşıyor ve eline alarak incelemeye başlıyor.
Meğerse karıncalar sarmış o güzelim ağaçları.
Önce o ağaçları ilaçlatmayı düşünüyor.
Fakat birkaç dakika düşününce aklına “ahiret” geliyor ve bu fikri Şeyhülislam Ebu Suud Efendi’ye danışmaya karar veriyor.
Hemen bir kağıda not yazıp gönderiyor hocasına:
“Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günahı var mı karıncayı kırınca?”
Yanıtı gecikmiyor Ebu Suud Efendinin, O’nun yolladığı kağıttaysa şunlar yazmaktadır:
“Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca!..”
İşte…
Karıncayı bile incitmeyen bir kültürün mirasçılarıyız hepimiz.
Karıncanın bile bir rızkı olduğunu düşünen neslin ahvadıyız.
Sonra ardından ne yaptı bu “Bakan görünümlü” yeni yetme politikacı Hakan Çavuşoğlu biliyor musunuz?
Gazetenin, bir-iki belediyeden aldığı cüzzi miktardaki reklamlarını kestirdi!
Niçün?
Kendisi eleştirildiği içün!
Bu gün Ak Parti Hükümeti 3 buçuk milyon Suriyeliyi misafir edip rızk veriyor, o hükümetin bir bakanı da bir yayın organının reklamını kestiriyor!
Ve işin komik yanı, bu şekilde egosunu tatmin ederken karşısındaki insanı da yıldıracağını sanıyor!
Ah be Hakan kardeş!
Bak, Mehmet Gedik gibi gönül adamları unutulmaz, hala iyilikle, güzellikle anılır…
Faruk Çelik gibi usta siyasetçiler etraflarına hala bir sürü insan toplayabilirken…
Senin gibi sürüyle adam gördü bu gözler!
Ve her biri unutulup gitti hasbelkader geldikleri görevlerinden ayrıldıktan sonra, yüzlerine bakan bile olmadı!
Ne savcılar, ne bakanlar gördü bu beden…
Geriye kalansa sadece hoş bir seda idi!
Diğerleri ilelebet yok olup gittiler!