Yazarlar

Bugün günlerden 10 Kasım

post-img
Bugün günlerden 10 Kasım.   Kasımpatı kokusu var burnumda.   Her 10 Kasım sabahı öğretmenimizin bir gün önceden sıkı sıkı tembihlemesiyle çiçekçilerin önünde o gün öbek öbek hazır edilen demetlerin arasından satın alıp Bursa’da, Atatürk İlköğretim Okulu’nun avlusundaki Atatürk heykelinin önüne bıraktığımız çiçeklerin kimliksiz, kişiliksiz kokusudur bu.   Çiçek düşkünü biri olarak hiç sevemedim kasımpatını.   Keşke mor sümbüller çıktığında ölseydi bari Atatürk hiç olmazsa, hanımeli, sakız çiçeği, süs zambakları, akasyalar, gül, mimoza, yasemin ve karanfiller açtığında ölseydi.   Ne zaman ayılmaya başladım biliyor musunuz?   1996 senesinde Özbekistan’da, ülkenin her köşesinde o zamanki devlet başkanı İslam Kerimov’un heykellerini gördüğümde.   Sonra…   O da Rusların silah ve para yardımıyla Osmanlıya karşı ayaklanıp, sözde bağımsız devlet kuran ancak, tarihlerinde bundan başka hiçbir ulusal başarı bulunmayan Bulgarların ülkesinin her kıvrımına yerleştirilmiş yöresel kahramanların silüetlerinde.   Frida Kahlo’nun, Diego Riverası'nın yaptığı duvar resimlerinde.   Frida’yı da hayatına giren diğer tüm kadınları da hep ama hep aldatmış bir adam Diego.   Fakat buna rağmen eşine deli gibi aşık Frida.   Onu her seferinde affediyor.   Ailesi hiç onaylamamasına rağmen onunla evleniyor, onu sevmekten hiç vazgeçmiyor.   Biraz da Frida’nın, Diego’yu sevdiği gibi sevdiğimizi fark ettim Atatürk’ü yıllar sonra!   Hiçbir şey göründüğü, bize anlatıldığı gibi değildi aslında.   Her 10 Kasım günü “Atatürk ölmedi, yaşıyor” diye yasını tutuyor, saat 9’u beş geçe bulunduğumuz yerde donup kalıyor, korna çalıyor,  kasımpatı bırakıyorduk heykellerinin önüne.   İnsan beyni işte…   Musa tanrıyla görüşmek için Tur Dağı'na çıktığında üzerlerindeki tüm altın ziynetleri eritip, tapınmak için boğa heykeli yapan İsrailoğulları misali ele gelir, gözle görünen bir obje istiyordu sürekli olarak.   Kybele, Artemis, Athena, Apollon, Zeus, İştar, El İlah, Menat, Uzza, Ba’al, Lenin, Saddam, Stalin, Gandi, Napolyon ya da Mao pirinçle olsun, pişmiş toprakla, demirle veya bronzla ete kemiğe büründüğünde daha iyi iletişim kurabiliyordu onlarla.   Ve biliyor musunuz, bir türbeye adak adamak, ağaca çaput bağlamak hatta, içi bomboş, bin beş yüz yıl önce geçmişte içine putların konduğu bir yapının etrafında dönüp durmaklahemen hemen aynı şeydi bu!   İşin enteresan yanı eskiden “Atatürk heykellerinin önünde put gibi durmayı” yerenlerin bugün iktidara geldiklerinde gidip “hazırolda” beklemeleri, Anıtkabir’e gidip  kasımpatılardan oluşan sepetler sunmalarıydı bugünlerde!   İnsanoğlu bunu “Göbeklitepe’den” bu yana hep yapmıştı, yapmaya da devam ediyordu.   Sadece yeni versiyonlarıydı, yeniden anlamlandırmalardı şimdi yapılanlar.   Geçmişte tanrı ya da tanrıça heykellerinin ayakları dibine bırakılan meyve ve sebzeler, çeşitli yiyecekler, çiçekler, muhtelif sunular hatta, erkek cinsel organının ucundaki deriyi takdim ederek yapılan sünnet gelenekleri insanın hep az verip, çok isteme gayretinin eseriydi aslında ve korkusunun aynı zamanda!   Artık bu yüzyılda, bu çağda aklı başında, insanı tanıyan, tarih de bilen birinin bir heykelin önünde dikilip de ona çiçek sunmasını ben bir türlü anlayamıyorum arkadaş!   İki devrimci çıkmış bildiğim tarihte…   Abdullah bin Muhammed ve İsrailoğullarının Musa’sı.   Her ikisi de “obje seviciliği” yasaklıyor, yaşadıkları dönemlere göre “devrim” niteliğinde kurallar getiriyorlar içinde bulundukları topluluklara.   Pagan, Komünist ve dikta devletlerinin başvurduğu bir yöntem her yana heykeller dikerek kişileri kutsallaştırmaya çalışma gayreti.   Estetik değerler taşıdığı vakit “evet” ama ilkel dönemlerin izi varsa eğer, “I-ıh”!..   Bir de “korkutularak” dikte edilmeye çalışılan kavramlar hep irrite etmiştir beni.   “Atatürk İslam şeriatını kaldırıp, laikliği getirmiştir; aksi takdirde İran’a benzerdik” gibi tanımlamalar örneğin!   Oysa o dönemde içinde bulunulan çağa göre son derece “laik” bir devletti Osmanlı İmparatorluğu!   Toplam 623 yıllık hükümranlığı döneminde o da 1680 yılında sadece bir kere “recm” yani, zina yapıldığı gerekçesiyle taşlanarak öldürülme olayı ve yalnızca 6 el kesme cezası vardır.   İslamiyet’i kendince yorumladığı, Türk kültür ve geleneklerine göre adapte ettiği için onca sene yaşayabilmiştir Osmanlı.   24 Ağustos 1925 tarihinde gidiyor Kastamonu’ya Mustafa Kemal.   Orada şu konuşmayı yapıyor:   “Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir.  Onu giyeceğiz.  Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş.  Bu serpuşun adına şapka denir.  Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!  İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim!”   Şapka Kanunu’nun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane’de sert direnişler yaşanır.   Mesela Trabzon’un Of İlçesi, Hamidiye Zırhlısı tarafından gümbür gümbür bombalanır sırf bu nedenle!   Karadenuz uşaklarının “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk” diye aman dilemeleri meşhurdur ancak, tüm bunlar okullarda hiç öğretilmez!   İlk etapta İstiklal Mahkemeleri tarafından “şapka giymedikleri, buna muhalif oldukları” gerekçesiyle Rize’de 8, Maraş’ta 7, Erzurum’da 4, Sivas’ta 3, İskilip’te 2, Menemen’de 28 olmak üzere toplam 78 kişi darağaçlarında sallandırıldı.   Bununla da kalınmadı elbette.   1 Kasım, yani bundan 9 gün önce 1925 yılında çıkarılan Şapka Kanunu sonucu sadece Erzurum’da idam edilenlerin sayısı 30’a çıktı.   Devletin resmi rakamları İstiklal Mahkemesi tarafından idam edilenlerin sayısının 3 bin civarında olduğunu söylüyor.   Ankara: İdam 108, mücellen idam 279, gıyaben idam 48…   Kastamonu İstiklal Mahkemesi: İdam 5, mücellen idam-gıyaben idam 3…   Konya: İdam 2, mücellen-gıyaben 1…   Eskişehir: İdam 57, mücellen idam 594, gıyaben idam 20…   Pozantı İstiklal Mahkemesi: İdam 12, mücellen idam 109, gıyaben 1…   Isparta: İdam 7, mücellen idam-gıyaben idam 6…   Yozgat: İdam 56, gıyaben idam 24…   Ve Atatürk’ün Anadolu’ya giriş yaptığı Samsun: İdam 485, mücellen idam-gıyaben idam 1137…   Osmanlı döneminde sadece bir kez yaşanan recm olayından yola çıkarak “Vurun Kahpeye”isimli romanı yazan, Atatürk ve İsmet İnönü’ye yakınlığıyla bilinen Halide Edip Adıvar bile karşıydı bu şapka olayına ve sonradan şöyle yazacaktı:   "Şapka kanunu bu dönemde girişilen devrimlerin ilki ve en gözalıcısı olmakla beraber, aynı zamanda en beyhude, en anlamsız ve en sathisi (yüzeyseli) idi.”   Halide Edip Adıvar’a göre, devrimler arasında en ciddi muhalefeti yaratan şapka kanununa sokaktaki adamın karşı koyması, kanunu yapanlardan gerçekte çok daha batılı bir hareketti!   Oysa Osmanlı’daki giysi, kılık kıyafet zenginliği dünyada hiçbir toplumda yoktu.   Allah aşkına, gidin Muradiye külliyesinin hemen alt tarafında bulunan Esat Uluumay Giysi ve Takı Müzesi'ne ne olur, ailenizle birlikte bir gezin!   Bursa için muhteşem bir ziynet o müze ve gidip gören, kıymetini bilen pek kimse de yok.   Ya bir insan şapkaya karşı çıktı diye asılır mı?   Bunun adı demokrasi, bunun adı cumhuriyet, bunun adı laiklik midir sizce?   İşte o gün “şapka giymedi” diye katledilenlerin torunları yıllar yılı süren bir mücadeleyle karşı devrim yapıp, iktidarı ele geçirdi Türkiye’de!   Tarihte pek az rastlanır, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelişi tam anlamıyla bir Anadolu devrimidir bu anlamda…   Ancak gelin görün ki yıllarca korkutulduğumuz gibi laiklik elden gitmiyor, ülkeye şeriat gelmiyor, insanların eli kolu kesilmiyor, bazen ağır aksak da gitse, kimi dönemlerde bazı hesaplaşmalar da yaşansa, Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik bir hukuk devleti olarak çok daha güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor.   Seviyorum ben yurdumu ve insanlarımı.   Bugün Atatürk ölmüş.   Bıraktım artık nicedir heykelleri önünde durup ona kasımpatı sunmayı.   Ve biliyor musunuz, herkes öldürebilir bir gün sevdiğini!   “Kulak verin sözlerime iyice, Herkes öldürebilir sevdiğini Kimi bir bakışıyla yapar bunu, Kimi dalkavukça sözlerle, Korkaklar öpücük ile öldürür, Yürekliler kılıç darbeleriyle!   Kimi gençken öldürür sevdiğini Kimileri yaşlı iken öldürür;  Şehvetli ellerle öldürür kimi Kimi altından ellerle öldürür;  Merhametli kişi bıçak kullanır Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.   Kimi aşk kısadır, kimi uzundur, Kimi satar kimi de satın alır;  Kimi gözyaşı döker öldürürken, Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;  Herkes öldürebilir sevdiğini Ama herkes öldürdü diye ölmez.”   (Tozan Alkan’ın çevirisiyle Oscar Wilde’tan)

Diğer Haberler