İsmail dedem yani, annemin babası aynı zamanda Keles’te “dava vekilliği” de yapardı.
O vakitler “avukat” bulunmayan ilçelerde “dava vekilliğine” haiz kişiler aynen bir “lawyer” gibi mahkemelerdeki duruşmalara girer, müvekkillerini hakim karşısında sonuna deksavunurlardı.
Ahşap yer döşemelerine önce mazot, sonra da üzerine ilçe pazarına her cuma günü köylerden gelenlerin lastik ayakkabılarındaki çamurları toplayıp tutsun diye ince talaş döşenen o kütüphanesi kalın kalın hukuk kitaplarıyla bezeli yazıhanedeki Remington marka siyah iri daktiloyla, kış aylarında reçinesi bol çam odunları içine atıldığı vakit bir dakikada nar gibi kızaran kuyruklu sobadır çocukluğumun hafızamda kalan anılarının süslerinden ikisi; o mazot sürülmüş ahşap zeminin üzerine serili ince talaşın kokusuyla, daktilo tuşlarının “çat çat” eden seslerini unutamam hâlâ bir türlü bugün bile.
Kız kaçıran, kızı kaçırılan, tarlasında komşusuyla sınır itilafı sorunu yaşayan, adam vurmuş, koyunu, kuzusu çalınmış kısacası, sorununu devletle halletmesi gereken kim varsa dedeme gelirdi o yıllarda Keles’te mutlaka.
İlçeden çıkan, hukuk fakültesini bitiren ilk avukat da Hasip dayımdı.
Annemin, annesinin erkek kardeşiydi Hasip dayım.
Kıymetli anasıyla birlikte şimdi yan yana yatarlar Keles mezarlığında.
Bir ramazan bayramı sabahında inme indi yani, beyin kanaması sonucu felç geldi Ayşe nineme, yatalak oldu, tam sekiz sene pamuklara sarıp, kendi elleriyle baktı Hasip dayım anasına; kıyamam!
Kadıncağız dul, yalnız, kimsesiz, parasız ve çaresiz o yıllarda.
Bir kızı var, anneannem, sonrasında İsmail dedemle evlenecek, bir oğlu var Hasip dayım, önce Işıklar Askeri Mektebi’ni bitirip, sonra da İstanbul Hukuk Fakültesi’ni tamamlayarak evvela subay çıkacak, ardından da serbest avukatlığa başlayacak.
Ama Ayşe ninemin Keles’te ilkokuldan başka bir eğitim kurumu bulunmadığı için ortaokulu tek başına Bursa’da, Tahtakale semtindeki bir handa kalarak bitiren biricik oğlu Hasip dayımla ilgili anılarını da unutamam bir türlü.
Kadıncağız dul, yalnız, çaresiz ve parasız ancak, Bursa’da ortaokulu okuyan evladının da aç kalmaması, karnının doyması gerek.
O yıllarda artık ne bulursa, tarhana, bulgur, bulamaç, sepetine koyuyor ve her hafta Bursa’ya giden bir kafilenin peşine takılarak yollara koyuluyor.
Onda yok ama milletin atı, eşeği, katırı sonuna dek yüklü; yine de taşıyamadığı, zorlandığı yokuşlarda sepetini kısa bir süreliğine de olsa hayvanların terkilerine asmaları için rica ediyor konu komşudan.
Tam bir gün boyunca yürüyor, yokuş çıkıyor ve gün sonunda Uludağ’da, Soğukpınar’ın, Bağlı Köyü’ne geliyorlar.
Geçerim bazen oradan, topraktan samanla yoğurulmuş kerpiç duvarları olan “Bağlı Han” garip bir şekilde hâlâ ayaktadır, yolcuları bu dünyadan çoktan göçüp gittikleri halde dimdik öylece durmaktadır artık neyi, kimi bekliyorsa oralarda?
İlk gün yatarlarmış handa, tahta bir sekinin üzerinde, “yarı uykulu vaziyette sabahı zor ettiğini” anlatırdı Ayşe ninem.
Ertesi gün de bu kez Kireçocakları Mevkii’ne, aşağı doğru iniş serüveni başlarmış Bursa’ya, Tahtakale’ye varabilmek için.
Tamı tamına iki gün sürermiş o yıllarda buraya ulaşmak yaya olarak.
Ne çile be!
Her hafta Bursa’da mektep okuyan oğlun için o yolu gidip gelmek bir anne için ne büyük bir fedakârlık.
İşte öyleydi eskinin anneleri, onun için de onların tanımları “anne” değil, “ana” idi.
Nur içinde yatsın Ayşe ninem, “anasının” kıymetini bilip onu ömrü boyunca pamuklara saran Hasip dayım da öyle elbette.
Benim çocukluğumdaysa tam 6 saatte gelinirdi Keles’ten, Bursa’ya.
Kara Köprü’ye varıldığında “yolun yarısı bitti” denirdi.
Sonra kıvrım, kıvrım, kıvrım bir türlü bitmek bilmeyen virajlardan yokuşa geçilerek Hüseyinalan Köyü’ne ulaşılır, ardından da Uludağ’dan şehir merkezine doğru inişe başlanırdı burunlu otobüslerle.
Bir menzile kadar otobüs taşırdı insanları, koyunları, keçileri ve dahi tavukları, bir menzilden sonra araçtan inerler, insanlar iterlerdi yokuşlarda artık gücü kalmamış otobüsleri o toprak, taşlı yollarda!
Nasıl da farklı kokardı Bursa o senelerde, biraz çöp, biraz da tekstilciler bilir, iplik imalatı sonucu oluşan artık yani, “deşe” molekülleri ulaşırdı insanın burnuna.
“Deşeyi” bugün kim, nereden bilsin?!.
Bir “Ramazan Bayduz” anımsıyorsa ne ala!
Orhaneli’nin, Karesi Köyü’nden Bursa’ya ilk gelişinde aynı kokuyu onun da duyumsadığına eminim çünkü.
Sonra, Doğancı tarafına yol açılmasıyla üç saate kadar düştü Bursa’ya ulaşım.
Ama hâlâ yol topraktı.
Gerçi, bizim dedemiz CHP’liydi ama Keles’te devran daima Adalet Partisi’nden yana dönüyordu.
Belediye reisliği seçimleri öncesinde rahmetli İsmail Saydam açıklamıştı o mikrofonik sesiyle, yol Başvekil Süleyman Demirel’in hususi talimatıyla asfaltlanacaktı artık.
Hak’katen de öyle oldu.
Önce zift serdi makinalar, sonra da mıcır döktüler üzerine zeminin.
Bir devrimdi bu Keles ve köylerinde yaşayan insanlar için.
Gel zaman, git zaman, yıllar yılı daha da iyileştirildi bu ulaşım hattı.
Geçen pazar hafta sonu piknik yapmak için Mehmet dayımın (Ekmekçi) bahçesine sadece kırk dakikada ulaştık, o da sallana sallana, yavaş yavaş.
Misi Köyü’nden başlanarak dağlar deliniyor Keles ve Orhaneli yollarının sil baştan yapımı için.
Ben böyle bir hizmet görmedim bugüne dek; Ayşe ninem ve atalarım da hiç görmedi.
Nankör olamam.
Geçen gün nasıl tam 600 yıldan bu yana yeniden İslam ülkeleri birliğinin sağlanması için muhteşem bir adım atıp, Amerikan emperyalizmini de dumura uğrattıysa bu hükümet, memlekette “dirliğin” sağlanması için de elinden ne geliyorsa yapıyor.
Allah onlardan razı olsun.
Gerisi laf-ı güzaf!