Yazarlar

Gömücü

post-img
Hayatımda yer almış ya da varlıklarını sürdüren karakterleri de anlatıyorum size zaman zaman.   Aslına bakarsanız işin doğrusu, Konstantin Stanislavski’nin “Bir Karakter Yaratmak” isimli kitabında yapmaya çalıştığı gibi “yazılarımda -oynayan- karakterlerin analizi ve sahne hazırlıklarını yapıyorum” da denilebilir bu sürece.   Ahmet Aydın’ın Bursa’da, Kale İçi’nde eski bir konaktan devşirdiği “Kale Otel’in” avlusunda bir “manolya ağacı” vardır ve bu ağacın Zeki Müren’in “Benim Güzel Manolyam” isimli bestesine ilham kaynağı olduğu rivayet edilir hep.   Ne yapayım, hikayeler hikayeleri, karakterler karakterleri kovalıyor zihnimde, bakın az sonra nerelere varacak bu “manolyanın” izleri bugünkü makalemde.   Ahmet Aydın her sene o manolyadan dökülen kozalakları toplayıp teşhir ediyor bir köşede de…   Her gittiği park ya da bahçedeki ağaçların altından aynı kozalakları toplayıp, içlerindeki tohumları da çıkararak, yeniden hayat bulsunlar diye dört bir yana gömen bir “gömücü” var yaşamımda, sadece bu yanıyla bile anlatılmaya, anılmaya değmez mi sizce de?   İşte onun için “Gömücü” koydum bu yazının başlığını da!   Ama sadece tohum değil, ne buluyorsa gömüyor sözünü ettiğim kişi en başta “insan” olmak üzere bu dünyada!   Buradakiler yetmiyor, gidip cenaze ithal ediyor yurt dışından gömmek için!   Geçmişte düğünlerde havai fişek patlattığı için adı “Bombacı Fatih’e” çıkan Bursalı Fatih Özdemir arıyor bunu geçmişte bir gün, “Ulan evde Burçin hüngür hüngür ağlıyor, çabuk bize gel” diye!   Kalkıp gidiyor, Fatih’in karı Burçin hakikaten de hüngür hüngür ağlamakta!   Meğerse bunun babası “Yaşamımın son döneminde hiç olmazsa acık gün yüzü göreyim anasını satayım” diye emekliliği gelince gidip Tayland’a yerleşmeye karar vermiş!   Valla ne yalan söyleyeyim, benim de hayalimde “Beyaz Rusya” yani, “Belarus” var…   Çok beyaz oluyolarmış, “Huri gibi” hepsi diyolar, hadislerde anlatıldığı şekilde şeffaflarmış resmen, bu yandan bakınca, arkalarındaki objeler görünüyomuş, o derecede yani!   Bombacı Fatih’in kayınpederi Tayland’a yerleşmiş yerleşmesine de…   Son nefesini nerede, nasıl verdiyse artık, ölüyor rahmetli yaban ellerde birdenbire!   Burçin de işte onun için ağlıyor bizim gazozcu, simitçi, kayıkçı, aynı zamanda “gömücü” Safa’ya (Gönen) ve “Bu Fatih hayatında değil yurt dışına, şehir dışına bile çıkmadı, n’olur babamı oralardan geri getir, bari memleket toprağında yatsın” diyor!   Gömücü Safa alıyor Bombacı Fatih’i yanına, atlıyorlar uçağa, doğruca Bangkok.   Safa oraları çok iyi biliyor, daha önce yol yapmış kendine çünkü, Burçin dahil, cümle alem farkında bu durumun.   Önce Türk büyükelçiliğine gidiyorlar, sonra oradan bir görevli alıp yanlarına, hastanede, morgda adamın cesedine ulaşıyorlar falan…   Bir gün daha gecikseler, mevtayı oranın geleneklerine göre çatır çatır yakıp, küllerini de havalara savuracaklar!   Cenazenin hava yoluyla Türkiye’ye naklinin bedeli tam 6 bin 500 dolar.   Bombacı Fatih’in eli de sıkı mı sıkı, Safa’ya dönüyor, “Hacı be” diyor, “gel bu parayı hazır buralara kadar gelmişken biz yiyelim, boşa gitmesin! Uçakla taşımak yerine gidip yaktıralım adamı!  Burçin’e de ‘Biz gitmeden babanı yakmışlar, n’apalım’ diyelim? Bir kavanoz kül götürelim dönüşte. Her hafta cuma günleri çekmeceden çıkararak bakıp bakıp Yasin okusun pederine!.. Ama bu konu ölene dek aramızda kalacak, yoksa boşar beni kesin, hı, ne dersin?”   “Söz veremem hacı” diyor Safa, “bir yerlerde kafayı çekip çekip yumurtlarım, söz veremem kusura bakma!..”   Nitekim geçenlerde birlikte kafayı çektiğimiz bir sırada, yıllar sonra bana yumurtladı Gömücü Safa, Bombacı Fatih’in kayınpederini yakma girişimini!   Tam 6 bin 500 dolar para ödeyerek aynı gün getiriyorlar adamı Bursa’ya ve doğruca götürüp gömüyorlar Hamitler Mezarlığına.   Safa “gömmeyi” seviyor.   Onun bu kentte cenazesini kaldırmadığı, tabutunun altına girmediği insan hemen hemen yok gibi.   Geçenlerde 70’lik bir enkazın altına girmiş keraneci, hiç kimse cesaret edemez vallahi, AKUT’un Bursa şubesine başkan yapacaklar onu pek yakında!   Safa’nın altına girdiklerine, Ahmet Aydın’ın Kale Oteli’ndeki avluda yer alan manolya ağacı kendisine ilham kaynağı olmuş Zekimiz, Müren’imiz de dahil, biliyor musunuz?   Bir gün bizim Gömücü Safa yanındaki içgüveysi, “Yiyici Damat Ceyhun’la” birlikte Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu Eski Müdürlerinden Emin Gümüşkaya’nın yanına uğruyor Osmangazi Belediyesi’ne ait Elmasbahçeler Kültür Merkezi’nde.   Rahmetli Basri Sönmez almış onu oraya “baş” yapmış, himaye edip koruyacak ya eski müdürü, evvelden çıkılan turnelerdeki “Neriman buluşmalarından” ötürü bir hukuk oluşmuş aralarında!   Nitekim, Yalçın Sünnetçioğlu’nun uçağının ağzı dili olsa da konuşsa!   Yanlarında Müjdat Gezen de var.   Gümüşkaya gençlere “Oğluum” diyor, “iyi ki geldiniz, güzel bir ölü var, az sonra onu karşılamaya gideceğiz hep birlikte, hazır olun!..”   Akrabaları Sevim Olgaç, Sevtuğ Olgaç ve evlatlığı Kız Mustafa, Celal Sönmez’in uçağıyla İzmir’e yollanmış, cenazesini alıp getirecekler Bursa’ya rahmetlinin.   Sanat güneşimiz orada katıldığı bir televizyon programı sırasında kalp krizi geçirerek rahmetli olmuş…   Ee tabii, doğduğu yere gömülmek yakışır dolayısıyla.   Basri Sönmez, Müjdat Gezen, Safa Gönen, iç güveysi damat Ceyhun ve Emin Gümüşkaya, Yunuseli Havaalanı’na vardıklarında televizyon kameraları yerlerini çoktan almışlardır bile.   Bu gelişmeden de başka hiç kimsenin haberi yoktur aslında o sıra.   Uçak gelene kadar Müjdat Gezen her televizyon kanalına röportaj vermesi için aralarından birini görevlendirir, tabii reytingi en yüksek olanı da kendisine ayırmıştır çakal!   Hep birlikte ağlaşırlar kameraların önünde “Getti sanat güneşimiz getti” diye!   Derken teyyarenin tekerleri pisti görür artık.   Sevim Olgaç, Sevtuğ Olgaç ve Kız Mustafa uçaktan sırayla inerler.   Nitekim cenazeyi Muradiye Devlet Hastanesi’nin morguna yerleştirdikten sonra taziyeye gittikleri Olgaç’ların evinde, erkek köpekleri Minnoş’un da kırıtarak yürüdüğünü görünce Müjdat Gezen, Safa’nın kulağına eğilip “Bunların köpekleri bile top lan” diyecektir!   Sıra uçağın kargo bölümünün açılmasına gelir.   Tırk, tırk, tırk, ortaya bombeli kocaman bir tabut iner.   Rahmetli öldüğünde zaten 150 kiloya yakındır, ee bir de tabutu hesap edin, yaklaşık 200 kiloluk bir yüktür sözünü ettiğim şey.   Beşi birden girerler altına kameraların eşliğinde ve yüz metre ileride duran cenaze aracına ulaşabilmek için de hızlıca yürümeye başlarlar.   Tabutu sırtlandıklarında hepsinin ağzından bir “Uf” sözcüğü çıkmıştır zaten.   İlk dört adımda Müjdat Gezen çıkar altından “Bende bel fıtığı var hocam” diye çakal!   Onbeş adım sonra “Bende de yüksek tansiyon var a.. koyiim” diyen Emin Gümüşkaya’nın modülü kopar ana gövdeden!   Önde yani, en ağır kısım olan baş ve gövde tarafında Safa’yla, Basri Sönmez, nispeten daha hafif olan ayak bölümünde de henüz o sıra kovulup kapı önüne konmamış iç güveysi nankör damat Ceyhun bulunmaktadır.   Cenaze aracına artık 30-40 metre kalmıştır ki Basri Sönmez de  “Sanat güneşimizi artık size emanet ediyorum” çocuklar diyerek, kayış kopartır!   Önde Safa, arkadaysa iç güveysi nankör damat…   Bunlar sadece iki kişi kan ter içerisinde ilerlerken damat arkadan demesin mi, “Baba biraz hızlı gidelim, benim kollarım yoruldu” diye!   “Karışma Allah’ın işine, s.çarım altın dişine” diye yanıt verir Safa!   Canlı yayında olmasalar bizim Gömücü Safa bir saniye bile durmayacak, derhal atacak tabutu yere ama artık titreye titreye katlanıyor bu duruma mecburen.   Sadece 15 metre kala kolları işlevini yitiriyor artık ve tabutu başının üzerine alıyor Safa!   “Bereket versin ki abi” diyor anlatırken, “simit sattığım dönemlerde boyun kaslarım güçlenmiş, sadece başımın üzerinde tutabildim mucizevi bir şekilde o iri cüssesiyle o gün rahmetliyi”!..   Sadece 10 yaşındayken ev ekonomisine katkı sağlamak için yaz aylarında o kocaman simit tablasını alıp başının üzerinde taşırdı Safa.   Çocukluğunda çıtır çıtır simit satmamış, kader kısmet çektirmemiş ya da tahanlı pideyi, bozayı, Sayas ayranı, juti veya Sütsal dondurmayı bilmeyenden, evden kap götürüp, yoğurdu bakkaldan sahanla almayandan, Et Balık Kurumu’nun önünde ‘kıyma 2 lira daha ucuz’ diye beklememiş, tüp, Sana Yağı kuyruğu nedir bilmeyenden, Şaban Sirkeci’de cevizli keşkül yememiş, Durak Muhallebicisi’nde üzerine bol karabiber basıp, tavuksuyu çorba içmemiş, Recep Abi Büfesinin sosisli sandviçini tatmamış, Yeni Kaplıca’nın havuzunda yüzmemiş, belediye otobüsüne kadınların yanında kaçak olarak bilet almadan binmemiş, resmi bayramlardaki geçit törenlerinde çekilmiş fotoğraflarını Foto Sunay’ın vitrininden seçmemiş, Eğitim Araçları Müdürlüğü’nün sinema salonunda sahneye çıkıp mikrofondan bir fıkra olsun anlatmamış, takım elbisesini giyip, kravatını da takarak Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’nda oyun izlememiş, Altıparmak’ta, Küçük Yazıcı Sineması’nda “elizabet” çekmemiş, Kısmet Sineması’nda Behçet Nacar’ın yerinde olup, Zerrin Egeliler’le birlikte olmayı düşlememiş, Ramazan aylarında gidip Tophane’den yapılan kurusıkı atışları dikizlememiş, bilyeli arabayla asfalt üstünde yokuş inmeyen, kardan buz yapılan yolda ayakkabısının üzerinde  kaymayan, Kirazlıyayla’da ya da Yılanlı Kaya’da piknik yapmamış, Bakacak’tan bakmayan, Kocayayla’da yemyeşil çimenlere sırt üstü yatmayan, Kültürpark’ta kayıklara binip, kürek çekmeyen, haftalar süren Santral Garaj’daki eski tütün deposu yangınını görmeye gitmeyen, Heykel’deki Atatürk anıtının önünde çocukluk resmi olmayan, İpekçilik’teki devlet kütüphanesinde ödev yapmamış, Kaleiçi’ndeki çocuk kütüphanesinde “Doğan Kardeş” okumamış, ayakkabı cilasıyla parlattığı çizgi romanların üzerine bozuk para attırmamış, Pınarbaşı’ndan mobilet kiralamamış, halde kavun karpuz atmamış, Heykel-Postane arasında turlamamış, Mahfel’de çay içmemiş, bayram arifelerinde Uzun Çarşı’da çorap, mendil satmamış, postanenin önünde eskiden kurulan tezgahlardan kartpostal alıp göndermemiş, Kamberler’deki eski kerhaneye gitmeyen,  Ulucami’nin şadırvanında abdest almamış, Muradiye Külliyesi’nde Sultan 2’nci Murat’a saygı sunmayan, Cem Sultan’ın mezarında onunla birlikte yaslanıp hüzün duymayan, Muradiye Camisi’nin girişindeki alınlıkta kiremit rengiyle, mavinin o muhteşem uyumunu görmeyen, Orhan Camisi’ndeki Bizans döneminden devşirilmiş sütunları fark etmeyen, Yeşil Camii’nin aynı zamanda bir devlet dairesi olarak işlev gördüğünü bilmeyen, Tezveren Sultan’a adak adamamış, Siğil Dede’de mum yakmayan, Yeşil Çay Bahçesi’nde çekirdek çıtlatıp, çay içmemiş, teleferiğe hiç binmemiş ve eski lunaparktaki uçaklarda fotoğraf karesi bulunmayan insandan “gerçek Bursalı” olur mu hiç?   İşte Safam da her şeyden öte, gerçek Bursalılar’dan biridir benim gözümde.   Onun için anlaşıyoruz, arada bir beni kızdırsa da keraneci, onun için abi-kardeş gibi seviyoruz birbirimizi yıllardır.   Kıskananlar çatlasın!   “Güzel bir ölü” olduğunda da mutlaka haberleşelim, taşınması dahil, gelip kaldırırız birlikte ekip olarak!   Hepinize iyi pazarlar.   Neşeniz daim ...   Hepinizin Safa gibi bir kardeşi olsun.

Diğer Haberler