Yazarlar

Hatıralar

post-img
Çocukluğumun ilk dönemini yaşadığım Keles'te, evlerin çatılarından yerlere kadar buzlar sarkardı geçmişte. Hatta onları kırıp yalardık dondurma niyetine. Ayağımda siyah lastik çizmelerle Kışın ilçe meydanına doğru yürürken, neredeyse boyuma ulaşan karı yararak ilerlerdim. "Ton" isimli bir av köpeğimiz vardı, çağırırken "Ton Ton" diye seslenirdik. Daha eskiler anlatırlar: Bir gün bir evde düğün yapılacak... Sabah bir türlü olmuyor; hava hala karanlık! Sonra içeridekilerden biri dış kapıyı açıyor, bir de görüyor ki gece yağan kar, evin çatısını aşmış! Oysa şimdi ne o günler kaldı ne de kar... Geç aydınlanan kış sabahlarında elimde okul çantam, Bursa Erkek Lisesi'ne doğru yürürken kışın, kaldırım taşlarının arasına birikmiş su soğuktan dolayı buz tutardı. O sıra en büyük zevkim, o buz tabakalarının yüzeyine basarak çıtır çıtır kırılmalarını izlemekti. Evimizin hemen karşısındaki İhsan Çizakça Mektebi'nin önündeki yokuştu kızakla kayma yerimiz. Yukarıdan bir kaptırırdık aşağı doğru, "Cuvv" diye, o dönemlerin meşhur kırık çıkıkçısı "Gölcüklü'nün" apartmanına dek uçarak giderdik adeta. Evin bahçesinde her kış mutlaka bir kardan adam yapardım. Burnu havuçtan, gözleri ve ağzı kömürden olurdu. Üzerinde yine kömürden elbisesinin düğmeleri bulunurdu. Kollarının arasına ayrıca bir de saplı süpürge yerleştirirdim. Kış bitiminde çevrede hiç kar kalmaz, en son o erirdi. Ha! Boynuna sardığım kaşkolü unuttum söylemeyi. Şimdi ne o günler kaldı ne de kar! Aralık ayının sonuna gelmişiz, kıştan eser yok... Daha geçen gün yanından geçtim, Doğancı Barajı neredeyse dibe vurmuş durumda; içinde su yok. Böyle giderse eğer, çok ciddi bir yokluk sorunuyla karşılaşabiliriz. Küresel ısınma canımızı çok fena yakacak gibi görünüyor. Neyse, can sıkıcı konulardan bahsetmeyelim bu gün; biraz nostaljik takılalım. Bizim nesil çizgi romanlarla büyüdü. Tommiks'in, Suzi'siyle tanıştıktan sonra çilli kızlara daha bir sempatiyle bakar oldum hep. Turta yapardı Suzi. "Sen bize niye turta yapmıyorsun" dediğimde, "turta ne" diye sorardı annem? Meğerse bildiğin meyveli yaş pastaymış. Yediklerimin, Tombraks'ın Köfteci'sinin sevdiği gibi yuvarlak olmasını arzu eder, Teksas'ın Rodi'si gibi hep budunu yerdim tavuğun. Kırmızı urbalılar yani İngiliz'lere ben de düşmandım. Kızılmaske sayesinde ormanda on kaplan gücünde hissederdim kendimi. Tahta kılıcımı Tarkan gibi savurur, Fatih'in Fedaisi Kara Murat gibi atardım taklaları. Eve sırf Kara Murat çizgi dizisini okuyabilmek için her gün düzenli olarak Günaydın Gazetesi alınırdı. Büyükler "ders çalışmamızı" engelliyor diye çizgi roman kitapları okumamızı istemezlerdi o yıllarda. Ders kitaplarından daha küçük oldukları için onların arasına koyar, gene de okurduk inatla! İyi ki de öyle yapmışız. Şimdiki nesil okumuyor. Hayal gücümüzü acayip zenginleştirdi o kitaplar? İlkokul döneminde daha sonra onların yerini Kemalettin Tuğcu ve Muzaffer İzgü'nün çocuk kitapları aldı. "Sokak Çocuğu" adeta başucu kitabım gibiydi. İstanbul'da sur diplerinde çocukları dilendiren kötü adamın pişirdiği pastırmalı yumurtanın kokusu hala burnumun direğini sızlatır. O kitaplardan da vicdan sahibi olmayı öğrendik biz. Bana ilk kitap hediyemi annem verdi. İyi bir hukukçu olabileceğimi de düşünürüm zaman zaman ama lisenin fen ve matematik bölümlerinde okudum, benden iyi bir bilim adamı da olurmuş aslında. Bursa Erkek Lisesi'nin orta birinci sınıfına gidiyorum o sıralar. Pek çoklarını unuttum ama Fen Bilgisi Öğretmenimiz Abdulvahap Kaya'nın adını hiç unutmam. Daha ilk gördüğüm anda vurulmuştum Suhulet Kitap Evi'nin vitrininde öylece durup bana bakan o küçük mikroskopa. Onu mutlaka satın almalı ve mikro alemde neler var bakıp gözlemlemeliydim. Yollardaki donmuş buz tabakalarını ayakkabılarımla özellikle üzerlerine basıp çıtır çıtır kırarak yürüdüğüm eski Bursa'nın henüz günü ağarmamış soğuk sabahlarında okula giderken Heykel'deki Kafkas Pastahanesi'nden dumanı üzerinde bir adet kıymalı poğaça alır, afiyetle yerdim. Pek lezzetli olurdu, doymazdım, ikincisini de çok canım çekerdi ama evden verilen günlük harçlık sadece 1 liraydı alamazdım o zamanlar. İşte, gün aşırı o nefis poğaçalardan vazgeçerek biriktirmeye başladım mikroskopun parasını. Kumbaramdan çıkardığım bozuk paraların üzerini de annem tamamlayınca, tam 150 lira para koymuştum en sonunda kitapçı tezgahının üzerine. Biliyor musunuz, eskiden kumbaralarımız da vardı bizim. Tasarruflu olmaya teşvik edilirdi çocuklar, israf, müsriflik değil, tutumluluk öğretilirdi. Şimdiki gibi kapitalizmin dayattığı tüketim çılgınlığı, her çocuğun elinde de öyle akıllı cep telefonları filan da yoktu. Hoş, babama söyleseydim o mikroskopu bana alırdı mutlaka ama nedense söyleyemedim işte. Her halde paraya ihtiyaçları olduğunu bildiğimden, ev yaptırıyorduk çünkü bir yandan da. Abdulvahap öğretmenimiz o gün sınıfta aramızda "mikroskop kullanan biri olup olmadığını" sorduğunda tek el kaldıran ben olmuştum. Durumu anlattığım vakit yine sordu, "şimdiye dek neleri inceledin" diye? Ohoo! Acımadan çekip kopardığım sinek ya da kelebek kanatlarından tutun da her türlü böcek ve organik maddeler lam ve lamelimin arasına sıkışıp, birer birer çoktan geçmişti bile gözümün önünden. Bir dahaki Fen dersinde laboratuvardan alıp getireceği mikroskoptan soğan zarını izletecekti tüm sınıfa Abdulvahap Kaya, o gün bense kendi cihazım ve bir baş soğanla birlikte çoktan hazırdım operasyon için yerimde. Daha sonra bir gün "annemin okula gelip, kendisiyle görüşmesini" istedi öğretmenim. Korktum, acaba yanlış bir şey mi yaptım diye? Oysa tüm fen notlarım pekiyiydi. O gün son dersin bitimine yakın saatte gelmiş annem, öğretmenle görüşmüş, çıkışta da beklemiş beraber döndük. Önce Setbaşı'ndaki Recep Abi Büfesi'nden dönerli sandviç aldı bana. Recep Abi'nin sosislisi de pek güzel olurdu. Arkasından da hemen karşıdaki Şaban Sirkeci'de üzeri bol cevizli birer keşkül yedik. Meğerse "teşekkür etmiş" Abdulvahap Kaya, "beni çok başarılı ve ilgili bulduğunu, özen gösterilmem gerektiğini" filan anlatmış. Ne kadar da gurur duyup mutlu olmuştum, insan gelip geçen onca yanlış insanın arasında, takdir etmeyi bilen böyle güzel bir hocanın adını hiç unutur mu? Ardından yine aynı kitap evine gittik. Üstüne bir de hediye olarak bir kitap aldı annem bana. Hangi kitaptı o biliyor musunuz? Aziz Nesin'in "Zübük" isimli romanı! İlk kitap hediyemi annem verdi benim, ortaokul birinci sınıftayken. "İt kağnı gölgesinde yürür de yamaçtaki gölgeyi kendi gölgesi sanırmış" diye başlardı kitap. Hatun zaten maşallah özel, hediye ettiği kitapsa başka bir güzel! Takipçilerim bilirler... İstanbul'da yaşayan ve o sıralar beşinci sınıfa giden Baterist Yiğit Ali Yukay isimli yakın bir arkadaşım var benim. Bir gün onun Türkçe öğretmeni de çağırmış Ali'nin annesini okula. O da teşekkür etmiş Ali'nin başarılı durumundan ötürü annesine. Halide de demiş ki, "buradan giderken ben ona hediye olarak bir kitap alayım o zaman." "Yok" demiş öğretmen, "müsaade ederseniz ona kitabı ben seçip vermek istiyorum?" Ve Pal Sokağı Çocuklarını hediye etmiş. Ne kadar özel ve güzel bir kitap. Macar yazar Ferenç Molnar tarafından yazılan ve ilk baskısı 1900'lü yılların başında yayımlanan bir çocuk kitabıdır Pal Sokağı Çocukları. Ben de o yaşlarda okumuştum. Budapeşte'de, oyun oynadıkları arsayı "Kızıl Gömlekliler" denen zengin züppe çocuklarından korumaya çalışan yoksul çocukların verdiği savaşı anlatır. Türkçe'ye de Tarık Demirkan tarafından çevrildi. Gerçekten çocukların hayal dünyasını geliştirip zenginleştirebilecek bir klasik eser. Şimdi Ali de hiç unutmayacak o öğretmeninin ismini! Hep hatırlayacak. Zaman zaman çıkarıp bir kaç kez okudum Zübük'ü yaşamımın çeşitli dönemlerinde. Her seferinde ayrı zevk aldım ve etrafımdaki zübükleri daha iyi farkettim sayesinde. O kadar çok var ki o zübükzadelerden çevrede; bazen şaşırıyor insan! Çocukluğumdaki karlı kış akşamlarının is kokan gecelerini özlüyorum bazen. Eski Bursa'yı, Bursa'nın her köşesi çeşmelerle bezeli sokaklarını... Babamın, elindeki pürmüzle içindeki suyu donmuş galvaniz boruları ısıtmak için uğraştığı günleri ve babamı... Nazım Hikmet'in "karlı" dizeleriyle sesleneyim bu gün de size; yine şiirle bitsin sohbetimiz: "Lambayı yakma, bırak! Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların dilsiz olduklarını anlıyorum. Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum."

Diğer Haberler