“Ecinliler gelir bak oğul” diyerek korkutmaya çalışırdı rahmetli anneannem, çocukluğunda da yaramazlığın doruk noktalarında gezen biri olarak bu yazarınızı.
Çok yaramazdım hakikaten.
Altı-yedi yaşlarında ya vardım ya da yoktum.
Aralarında sevgili validemin de bulunduğu 8-10 kişilik bir kadın grubu Ali İsmet amcanın evinin yanındaki irice bir armut ağacının dibine kilimleri yaymış, ötüşen kuşlar gibi kendi aralarında derin bir sohbete dalmışlardı.
Yine böyle baharla yaz aylarının kucaklaştığı güneşli güzel bir gündü.
Herhalde kendi aralarında kadınca bir şeyler konuşmaya başlamışlardı ki, duymayayım diye “hadi sen git arkadaşlarınla oyna” diyerek kovaladılar beni yanlarından!
Mehmet Ali’ye karşı asla yapılmayacak kusurlu hareketlerden biriydi bu!
Çaresiz yanlarından uzaklaştım; uzaklaştım ama bir ara kendimi unutturarak sessizce geri dönüp armut ağacına çıktım ve kendimi dalları ve yaprakları arasına bir güzelce sakladım.
Biraz sonra Gülten teyze içleri dolu bir tepsi çay bardağı getirdi.
Armut dalları arasındaki yapraklardan süzülerek şıp şıp kadınların ellerindeki çay bardaklarına düşen damlalara kimse pek anlam veremedi önce.
Uzak gökyüzüne yönelttiler şaşkın bakışlarını.
Kendi aralarında “gökyüzünde bulut da yok ama bu yağmur da neyin nesi” diye yorumlar yaptılar önce?!.
Sonra içlerinden birinin ağacın tepesinde gülerek işemekte olan bendenizi fark etmesi çok da uzun sürmedi.
Ha! Bir de ağaçtan bir teyin (sincap) gibi hızla inişimi ve arkamdan koşturup terliklerini bana doğru fırlatan öfkeli kadınların bağırışlarını hatırlıyorum o güne dair.
Hayli yaramazdım gördüğünüz gibi…
Anneannemin beni “ecinliler gelir oğul” diye korkutmaya çalışması hiç de boşuna değildi yani sizin anlayacağınız.
“Ecinlilerin” ne olduğunu, neye benzediklerini bir türlü bilemezdim aslında.
“Ecinliydi” onlar ama ne oldukları belirsizdi.
Osmanlıya karşı Arap ayaklanmasını örgütleyen İngiliz ajan Lawrence’ın yaşamını anlatan filmi izlediğimde de pek uyanamamıştım doğrusu.
You Tube’da o film var; hatta o döneme ilişkin pek çok belgesel de var, fırsat bulabildiğinizde seyretmenizi ısrarla öneririm herkese.
Araplardan işte o vakit soğumuş, İngilizler tarafından Osmanlıdan kopartıldıktan sonra başlarına oturtulan satılmış krallardansa nefret eder olmuştum.
Müslümanlığın “M’si” yoktu bunlarda; üzerlerine bindikleri develeriyle kendi din kardeşlerini çöllerde pusuya düşürüp hiç acımaksızın katlediyor, İngilizlerle işbirliği yapıyorlardı.
Araplar develere, Arabistanlı Lawrence’sa eski mobilet tarzı bir motosiklete biniyordu o yıllarda.
Haliç’teki Rahmi Koç Müzesi’nde o motosikletin aynısından bir tane daha var; yolunuz düştüğünde uğrayın.
Büyürken hem anne annem, hem de rahmetli koca ninem eskileri anlatırken Yemen’de, Kafkaslarda, Çanakkale’de şehit düşmüş 7 büyük dededen bahsederler, onların yasını paylaşırlardı bizimle de.
Öyle günler yaşanmış ki Bursa’nın, Keles kazasında, vakti gelmiş ilçede çoluk çocuktan gayrı hiç erkek kalmamış da, çukurları kadınlar kazıp, cenazeleri kadınlar defnetmiş o dönemlerde.
Koca ninemin kocası Mehmet dede de tam 7 yıl askerlik yapıp, cephe cephe gezmiş mesela.
Arzu Arınel’in yeni kitabı “Kayıp Osmanlılar’ı” okuyorum son zamanlarda her fırsat bulabildiğimde.
Ve biliyor musunuz, çocukluğumun korku imgelerinden biri olan “ecinlileri” Arzu sayesinde çözdüm geçen gün!
Yemen çöllerinde solan hayatların hüzünlü hikayelerini anlatmış kitabında.
Zaman zaman Amin Maalouf tadı alıyorsunuz Arzu Arınel’in son derece lezzetli o kaleminden.
Bir meslektaşı olarak yapıcı eleştirilerimi ayrıca daha sonra yüzüne söyleyeceğim ama Bursa’da yetişmiş bir yazarın dünya ölçeğinde eserler vermeye başlaması hepimiz için gurur verici.
Neymiş biliyor musunuz“ecinliler”?
Bir kere “ecinliler” değil, “hecinlilermiş” onlar!..
“Hecinse” Arapçada “deve” demekmiş.
Yani “develiler”, yani “deveye binip gelenleri” kastedermiş anne annem beni korkutmaya çalışırken!
Yani, bir gece sabaha karşı evlerinden binlerce kilometre uzakta, Yemen çöllerindeki kumun üzerine kurulmuş sahra çadırlarında uyuyan Osmanlı askerinin üzerine, bindikleri develeriyle birlikte gelip bir kâbus gibi çöken Araplarla korkuturmuş meğerse çocukluğumda beni!
Yani, kocasının babası Mehmet dedenin ya da cephe cephe gezen kendi dedelerinin dönüşte anlattıkları gerçek yaşam öykülerinden oluşan hikayelerdeki savaşlar, pusular, katliamlar, hainlikler onun da işlemiş tüm benliğine!
Geçen gün Merinos Parkı’ndan geçiyorum…
Bursa Büyükşehir Belediyesi siperler, toplar, tüfekler, sembolik binalardan oluşan film platosu gibi bir sahne kurmuş parkın ortasına.
Belediyenin tiyatro topluluğuysa orada Çanakkale savaşını canlandırıyor.
Yüzlerce insan da etrafa dizilmiş, bu oyunu izlemekte.
“Bravo” dedim içimden Recep Altepe’ye, “bunları yeni nesillere bıkmadan, usanmadan tekrar tekrar anlatmak gerek.”
Hecinlileri, Yemen Çöllerini, Allahuekber Dağlarını, Şıpka Tepesini, Plevne’yi, şanı Büyük Osman Paşaları, Dumlupınar’ı, Sakarya’yı, isimsiz askerlerimizi, Mustafa Kemal’leri çocuklarımıza unutturmamak, ecdadımızı unutmamak gerek.
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Bu arada…
Bu gün sizinle bir de son derece hoş bir tablo paylaşayım:
Bu eser ünlü saray ressamı Fausto Zonaro'nun “Hücum veya Dömeke Harbi” isimli, 1897 tarihinde yaptığı yağlı boya bir tablodur ve Zonaro’nun başyapıtlarından biri olarak kabul edilir.
Dömeke Harbi sırasında hücuma geçmiş Osmanlı ordusunun önünde yerde yatanlarsa Yunan askerleridir.
Bendeniz bu tabloyu bir “Zonaro Sergisi” sırasında Dolmabahçe Sarayı’nda yakından izleme şansı bulmuş Tanrı’nın sevgili kulları arasındayım.
Resim Padişah 2’nci Abdulhamit’in isteği üzerine yapılmış.
Yıldız Sarayı’nda askerler özel pozlar vermişler Zonaro’ya, eskiz çalışmaları yapabilmesi için.
Eseri çok beğenen Abdulhamit “dile benden ne dilersen” diye sorunca Fausto Zonaro da orada bir sanat galerisi kurmak üzere Akaretler'deki bir evi istemiş.
Hayli enteresan bir başka hikâyesi daha vardır bu tablonun.
1919 ve 1922 yılları arasında zirve noktasına ulaşan Türk-Yunan düşmanlığının yerini 1930’a gelindiğinde artık dostluk tablosu alınca resme müdahale ediliyor ve yerde yatan ölü Yunan askerlerinin üzerleri kapatılıyor!
Ta ki 1961’de Kıbrıs nedeniyle aramız bozulana kadar!
Görüntüdeki Yunan askerleri yine sonradan bir kez daha eklenmiş yani.
İşte bu da bizim sanatla siyaseti birbirine karıştırdığımız kusurlu yanımız!
Olsun, ben çok seviyorum bu milletin şanlı tarihini, kültürel değerlerini, yaşanmışlıklarını, yurdunu, insanını ve dahi ecdadımı.