Yazarlar

Hoşça kal güzel dünyam

post-img
Hey gidi günler hey!   Nihat ve Nevin Topkaya kardeşlerle birlikte seyretmiştik, şimdi Yeni Karamürsel mağazası olan Heykel’deki Dilek Sineması’nda ilkin.   Tıklım tıklımdı içerisi, yer yoktu, merdivenlere oturmuştuk pek çok insan gibi biz de, sene 1975’ti, yağlı mısır patlağı kokuyordu her yer.   Kâh gülmüş, kâh ağlamış, kâh sinirlenmiştik Hababam Sınıfı’nın ilk bölümünü izlerken.   Daha sonra diğer bölümleri de çekilecek, ardından defalarca televizyonlardan da seyredecek, yine de hiç sıkılmayıp, her defasında gülecektik İnek Şaban’ın o hallerine.   Önceki gün bu dünyadan uğurlanan Münir Özkul yani, filmdeki karakteriyle Kel Mahmutbiraz da “Hababam Sınıfı’nı” yazan Rıfat Ilgaz’ın kendisini romanda tarif ettiği kişiliktir, bunu biliyor muydunuz?   Ben böylesi ölümlerde sadece gideni değil, yaşamında ona etki eden “gitmişleri” de anar, onlara da şükranlarımı sunarım.   Münir Özkul bugün tüm devlet erkanının katıldığı bir törenle uğurlanıyorsa eğer, bunu Hababam Sınıfı romanını yazan Rıfat Ilgaz’a borçlu bir kere!   O Rıfat Ilgaz ki yine devletin yıllarca zindanlarda, verem sanatoryumlarında çürüttüğü, yeni Türkiye aydınlanmasının mihenk taşlarından, Kastamonu’nun Cide İlçesi’nde dünyaya gelmiş, edebiyat öğretmeni, soyadını Karadeniz’in yüce bir dağından alan, şair, öykücü, roman yazarı, öğrencilerine “Yoklama defterinden tanımadım sizi” diye seslenecek kadar hümanist, eşitlikçi bir gönül adamıdır aslında:   “Yoklama defterinden tanımadım sizi, Benim haylaz çocuklarım Sınıfın en devamsızını Bir sinema dönüşü tanıdım Koltuğunda satılmamış gazeteler Dumanlı bir salonda Kendime göre karşılarken akşamı Nane şekeri uzattı en tembeliniz Götürmek istedi küfesinde Elimdeki ıspanak demetini En dalgını sınıfın Çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun Palto ayakkabı yüzünden Kiminiz limon satar balık pazarında Kiminiz Tahtakale'de çaycılık eder Biz inceleye duralım aç tavuk hesabı Tereyağındaki vitamini Kalorisini taze yumurtanın Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta Çevresini ölçtük dünyanın Hesapladık yıldızların uzaklığını Orta Asya'dan konuştuk Laf kıtlığında Birlikte neler düşünmedik Burnumuzun dibindekini görmeden Bulutlara mı karışmadık Güz rüzgarlarında dökülmüş Hasta yapraklara mı üzülmedik Serçelere mi acımadık kış günlerinde Kendimizi unutarak”   Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Sabahattin Ali…   Çağdaş üç gönül adamı…   Her üçü de “aydınlanma” adına birer “at sineği” gibiydiler, rahatsız ettiler devleti yönetenleri ve dahi toplumu.   “Aydının” görevi de buydu zaten, “kral çıplak” diye bağırıp şöyle bir silkeleyivermekti toplumu.   Geçmişte oğlu Aydın Ilgaz’la birlikte rakı içme mutluluğuna erişmiş, ondan ölene dek “babasının bir kere bile Hababam Sınıfı filmini izlemediğini” öğrenmiştim şaşırarak!   Nedeni, “romanı yozlaştırıp, senaryoyu magazinsel hale getirdiklerinden” emin olmasıymış elbette, seyretmeye gerek bile duymamış!   Çünkü sahaflardan satın alarak açıp okuyun gerçek Hababam Sınıfı romanını, orada aynen şiirdeki gibi yoksullukla boğuşan öğrencilerinin, o yoklukla tahsil görme mücadelelerianlatılır aslında.   Münir Özkul’un ardından şükranla, iyilikle, minnetle anıyorum Rıfat Ilgaz hocamı da…   Toprağı ve rakısı bol olsun.   Peki ya onu hatırlayıp da Sabahattin Ali’yi es geçmek olur mu hiç?   Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan ya da Kürk Mantolu Madonna’yı kim unutabilir ki zaten?   “Burda çiçekler açmıyor kuşlar süzülüp uçmuyor yıldızlar ışık saçmıyor geçmiyor günler geçmiyor.   Avluda volta vururum  kâh düşünür otururum  türlü hayaller görürüm  geçmiyor günler geçmiyor.   Dışarıda mevsim baharmış gezip dolaşanlar varmış günler su gibi akarmış geçmiyor günler geçmiyor.”   Sinop zindanının kara tuğlayla örülmüş duvarlarının arasından artık bahar çiçeklerininfışkırdığını görmüş, yıllarca oranın kahrını çeken Sabahattin Ali gibi kader mahkumlarının o demetlerde yaşadıklarını düşünmüştüm bundan birkaç yıl önce.   Şiir yazdığı, dönemin egemenlerini eleştirdiği için hapse atıldı Sabahattin Ali, işinden gücünden ettiler, en sonunda da yaşamını aldılar elinden onun; devir “tek parti” dönemiydi, şiiri şuydu:   “Hey anavatandan ayrılmayanlar Bulanık dereler durulmuş mudur? Dinmiş mi olukla akan o kanlar? Büyük hedeflere varılmış mıdır? Asarlar mı hâlâ hakka tapanı? Mebus yaparlar mı her şaklabanı? Köylünün elinde var mı sabanı? Sıska öküzleri dirilmiş midir? Cümlesi belî der Enelhak dese, Hâlâ taparlar mı koca terese? İsmet girmedi mi hâlâ kodese? Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur? Koca teres kafayı bir çekince ................... İskendere bile dudak bükünce Hicabından yerler yarılmış mıdır?”   Tam anlamıyla bir “at sineğiydi” Sabahattin Ali de Rıfat Ilgaz gibi düzen için, onlar hep düzülenlerin yanındaydılar çünkü!   O gün Aziz Nesin’e tepki gösterenler, bugün “adam haklıymış” diyorlar farkında mısınız?   “Aslında babam çok içmezdi” demişti Aydın Ilgaz, Cide’de bir balıkçı meyhanesindeki uzun ve neşeli sohbetimiz sırasında, “eve ziyaretine gidenler masasında üzeri kağıt peçeteyle kapalı içi dolu bir kadehi mutlaka görürlerdi ama akşama dek öylece dururdu o bardak orada.”   Rahmetli Aydın Boysan da ilerlemiş onca yaşına rağmen iyi içerdi doğrusu!   Toplam üç kez Aydın Boysan’la da aynı sofrada bulunma, onun da hoş sohbetini dinleme fırsatı buldum; ne büyük mutluluk.   Çelikpalas’ın yanındaki Villa Biçen’in, Tofaş Otomobil Fabrikası’nın da mimarıdır aslında Aydın Boysan.   Onu da rahmetle, şükranla, iyilikle anıyorum, toprağı ve rakısı bol olsun!   Bunların bir vakitler cuma günleri her hafta İstanbul’da, Cumhuriyet Lokantası’ndabuluşmaları varmış.   Aydın Boysan sol avucunu başının üstüne koyar, sonra da sağ eliyle kadehini dudaklarına doğru götürüp bir yudum aldıktan sonra “Ohh! Ya Rabbi şükür” dermiş!   Grupta “Ali Hoca” isimli bir profesör de varmış.   Kızarmış Aydın Boysan’a, “Deme öyle, zaten bu yasak mereti içiyoruz, bir de dalga geçer gibi ‘Ya Rabbi şükür’ deme” dermiş.   Bir gün aynı toplulukta Aziz Nesin’e sormuş Aydın Boysan, “Ya Aziz” demiş, “ben rakıyı içip bir yudum aldıktan sonra kalkıp ‘Ya Rabbi şükür’ diyorum, Ali hocam da bana kızıyor. Sence bu caiz midir yoksa, değil midir”?   Biliyorsunuz Aziz Nesin bir ateist ve dini en iyi bilenlerden aynı zamanda.   Hatta öyle ki Bursa’ya sürgün geldiğinde geçinebilmek için Ulucami’de talebelere Kur’an öğretmeye başlıyor ve namı da “Aziz Hoca” diye yayılıyor dört bir yana!   Nice sonra anlıyorlar aslında onun “Komünist Aziz” olduğunu!   “Caizdir” yanıtını veriyor Aziz Nesin, “rakı da Allah’ın bir nimeti olduğuna göre içtikten sonra şükretmek elbette caizdir.”   O gün aynı toplantıda ünlü sanayici ve işadamı Vehbi Koç da vardır.   Bakın bugün onu da anacakmışız, iyilikle, rahmetle ve şükranla.   Ankara’da köhne bir bakkal dükkanından yola çıkarak var ettiği şirketlerde bugün on binlerce insan çalışıyor, ülke ekonomisine her yıl milyarlarca lira katkı yapıyor Koç Holding.   “Vehbi bey” diyor Aydın Boysan, onun da mimarı aynı zamanda, “ben kadehten her bir yudum rakı aldığımda ‘Ya Rabbi şükür’ diyorum, Ali hoca da bana kızıyor. Duydunuz, az önce Aziz’e de sordum, ‘Caizdir’ dedi. Sizce benim her yudumun ardından ‘Ohh! Ya Rabbi şükür’ demem caiz midir yoksa değil mi”?   Önce bir düşünüyor Vehbi Koç…   Sonra da şu yanıtı veriyor:   “Böyle bir sorunun bana sorulması caiz değildir!..”   Hiciv, ironi, zeka böyle bir şey işte.   Hepsi nur içinde yatsınlar.   İyi insan olmak her gün beş vakit yatıp kalkmaktan geçmiyor.   Geride herkesin faydalanabileceği güzel, hayırlı işler, yıllarca okunabilecek aydınlatıcı eserler bırakmayı başarmak gerek.   Henüz yaşarken“Hoşça kal güzel dünyam” dediği şiiriyle, bu kez de Aziz Nesin’le tamamlayalım bugünkü sohbetimizi:   “Hiç kimse buyur etmedi beni Bu dünyada hiçbir yere Ama açtım bütün kapıları tekmeleyerek Bütün engelleri göğüsleyip yıkarak ‘Buyrun’ dediler o zaman incelikle Buyur ettiler Ve Buyurdum   Elimden geldiğince görevimi yaptım Gülümsedim hıçkırıklarımı boğarak Sonunda kimsenin yorulmadığı denli yoruldum Artık kapılar açık kalsın Bundan sonra gireceklere Şimdi dinlenmeye gidiyorum Hoşçakal güzel dünyam.”  

Diğer Haberler