İnsanlık tarihi, nasıl savaşlardan arada geçen barış zamanlarıysa, yeni savaşlara hazırlık dönemlerinden ibaretse, biz Türklerin tarihi de tam anlamıyla bir “darbeler” tarihidir aslında!
Şu an Türkiye nasıl altyapıda, sanayide, savaş teknolojisinde, enerjide, dış politikada büyük bir atılım içerisindeyse, işte Osmanlı’nın son döneminde de büyük bir toparlanma içine girdiği bir kesit daha vardır, o da Sultan Abdülaziz’in tahtta olduğu yıllara rastlar.
Sultan Abdülaziz mangal gibi bir yüreği olan, iri cüsseli, pek çok başpehlivanın sırtını yere getirecek kadar ata sporuna düşkün, düşmanlara karşı savaşı göze almaktan çekinmeyen, ordu ve bilhassa donanmayı tekrar dünyanın en ileri seviyesine getirmek için çalışan bir padişahtı.
Milliyetçiliği, Türklükle yoğurulan dini kimliğin korunması gerektiğini savunuyordu Abdülaziz.
Batı’nın, Osmanlı’ya dayattığı “Tanzimat” sonucu yüzümüz o yana doğru dönmüş ancak kalkınma açısından hiçbir hedefe ulaşılamadığı gibi, Avrupa Devletlerine olan ekonomik bağımlılığımız da büyük ölçüde artmıştı.
O’nun amacı Tanzimat’la açılmış bulunan batılılaşma hareketlerine yüz vermeyip, kendi milli ve dini hüviyetimize sadik kalmak ve bu yolda ilerlemekti.
Elbette Batı’nın teknolojisine yüz çevirmeyecektik.
Onların kültürü ve değerlerine göre değil, kendi öz benliğimizi rehber edinerek devam edecektik yola.
Nitekim memlekette Fransız Medeni Kanunu’nun aynen tercüme edilip alınarak uygulanması gibi görüşler ortaya çıkmaya başlamıştı.
Sultan Abdülaziz bu akımları devrin büyük alimi Ahmet Cevat Paşa’yla birlikte hazırladıkları kısaca “Mecelle” diye bilinen “Mecelle-i Ahkam-i Adliye” metnini ortaya çıkararak önlemiştir.
Hatta öyle ki, bu uygulama Lübnan’da mülkiyet hukuku bakımından 1930, diğer hükümler açısından 1934, aynı şekilde Suriye’de mülkiyet hukuku 1930, diğer hükümler 1949, Irak’ta 1951, Ürdün’de 1977 yılına kadar devam etmiştir Osmanlı’dan kopartıldıkları halde.
Filistin’in Osmanlı Devleti’nden ayrılmasından itibaren 1948’e kadar süren İngiliz manda idaresi döneminde Mecelle’nin pek çok hükmü yürürlükte kalmış, İsrail Devleti’nin kurulması üzerine de hemen sona ermemiştir.
İsrail Devleti, çeşitli bölümlerinin yerini alacak kanunlar hazırlanıncaya kadar Mecelle’yi yürürlükte bırakmıştır.
Bunun 1970’li yıllara kadar devam ettiğini yazar kaynaklar.
Osmanlı Deniz Kuvvetleri, Kızıldeniz’deki kolu, Endonezya’yı ezmeye giden İngiliz donanmasının önünü kesmiş, gemileri geri dönmeye mecbur bırakmıştı Abdülaziz zamanında.
Gerçekten de denizciliğe o kadar önem veriyordu ki, Fransa gemilerini Haliç Tersanesi’nde Türklere tamir ettiriyordu o sıralar.
Hatta 3’ncü Napolyon bunun için bir teşekkür mektubu bile göndermişti saraya.
Bu kişilik sahibi, güçlü padişahı önce tahttan indiren, ardından da vahşi bir şekilde katleden ekibin içindeki en önemli isim olan Mithat Paşa daha sonra Abdülhamit döneminde kurulan Yıldız Mahkemesi’nde yargılanırken, İngilizlerin O’nu kurtarmak için zaman zaman tehdit noktasına varan gayretleri kime, kimlere hizmet ettiğini çok net bir şekilde açıklar.
Osmanlı’ya ne vakit ki Selanik dönmeleri, masonlar ve Siyonistler sirayet etmiştir, işte o zaman parçalanıp yıkılmak artık kaçınılmaz bir sondur devlet için?
Önce bitkisel hayatta tuttu İngiltere, Osmanlı’yı.
Çünkü Hindistan yolunun güvenliği ve Rusya’yla, Almanya’nın denizlere açılmaması için, 1900’lere kadar ‘hasta adam’ olarak yaşaması gerekiyordu!
O vakte kadar da güçlenmemesi, buna gayret gösterenlerin de yok edilmesi gerekiyordu elbette.
Sultan Abdülaziz Han; Sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi ve Mithat Paşanın gizli çalışmaları neticesinde 30 Mayıs 1876’da tahttan indirildi.
Yerine de Batı hayranı, ilk Mason padişah 5’nci Murat’ı getirdiler.
Daha sonra Abdülaziz’in kayınbiraderi Çerkez Hasan tarafından vurularak gebertilecek olan Hüseyin Avni Paşa isimli hain, devrik sultanın mahpus tutulacağı Fer’iyye Sarayı’na “bahçıvan” sıfatıyla tümü de aslında pehlivan olan Cezayirli Mustafa, Yozgatlı Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmet isimli cellatları ayda 100 altın lira maaşla işe yerleştirir.
4 Haziran 1876 gününün kuşluk vaktidir.
Sultan rahlesindeki mushaftan “Yusuf Suresi’ni” okumaktadır:
“Elif, Lâm, Ra… İşte bunlar sana o açık seçik kitabın ayetleridir…”
Üç kara suratlı cellat içeriye ellerinde “saldırmalarla” girer.
Koşullar eşit olsa yiğit Sultan tümünün de sırtını yere çalacak kadar güçlüdür ancak ihanetin menfaat kokan yüzü galip gelir bu kez.
İkisi kollarından tutarken bir diğeri jilet gibi keskin saldırmasıyla padişahın bileklerini keser.
Kan kaybından bayılacak noktaya geldiğindeyse sanki hiçbir şey olmamış gibi odalarına dönerler.
Ardından saraya neticeyi görmek için Hüseyin Avni Paşa gelir.
Henüz ölmemiş, bedeni hala can çekişmektedir.
Hüseyin Avni görevlilerden O’nu sarayın kahve ocağına götürmelerini ister.
Doktorların gelmesi geciktirilir.
Dörtlü cinayet çetecilerinin gözleri önünde son nefesini verir Sultan Abdülaziz.
Bu kez İngilizlerin tahriki ve vaatleriyle bir memleket evladı daha şehit düşecek ve olaya “intihar” süsü verilecektir.
Hüseyin Avni paşa doktorlara, cesedin kollarından başka hiçbir yerini göstermez.
Cenazeyi yıkayan Sultanahmet Cami imamı, iki dişinin kırık, saçının ve sakalının yolunmuş, göğsünde de büyük bir çürük olduğunu söyler.
Sol bileğinde üç santim derinliğinde kesik olan adam, aynı elle sonra sağ bileğini de nasıl kesmiştir?
O’ndan sonra tahta kukla olsun diye çıkarılan 5’nci Murat’ın zır deli olduğu ortaya çıkınca mecburen 2’nci Abdülhamit’i getirirler başa.
Büyük İsrail Devleti’nin peşindeki Siyonistler ve Masonlar bu kez İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde örgütlüdür artık.
Abdülhamit’se usta oyuncudur.
Önce yol verir bunlara.
Amaçları öyle asla hürriyet, demokrasi filan değil, dış güçler adına iktidarı, iktidarın nimetlerini paylaşmaktır.
1877’de başlayan Osmanlı-Rus Savaşı’nı bahane eden Abdülhamit önce bunların hazırladığı Anayasa’yı, sonra da Abdülaziz’i katleden elebaşlarını kaldırır ortadan.
Mithat Paşa, sürgün edildiği Taif’te boynuna geçirilen yağlı ilmikle can verirken, duyduğu son cümle kulağına fısıldanan “Sultan Abdülaziz Han Hazretlerinin sana selamı var” olmuştur!
İşte onun için sevmezler beyaz Türkler Sultan Abdülhamit’i, aleyhinde sürekli kara propaganda ve yalan haberler üretirler.
Baskıcıymış!
Karşısındaki herifler askıcı mı?
Hepsi de birer profesyonel katil ve işbirlikçi hain!
Yaklaşık 30 sene boyunca koca bir Osmanlı coğrafyasını ihya ve imar eder Abdülhamit, düzinelerce fabrika kurar dört bir yana, demiryollarını geliştirir, İstanbul’u elektrikle tanıştırır, pek çok şehirde mektepler açar, savunma sanayini geliştirir, darülaceze, darüleytam gibi kuruluşları oluşturarak sosyal devlet kavramına katkıda bulunur, dahası, Çanakkale Boğazı’nı tabyalarla donatarak daha o zamandan “geçilmez” kılar…
Bir şey daha yapar:
O da Yahudilerin, “Osmanlı borçlarını biz ödeyelim, buna karşın bize Filistin’den toprak satın” teklifine karşı, “Atalarımın bedelini kanıyla ödedikleri toprakları hiç kimseye parayla vermem” der!
Buraya kadar sabredip okuduysanız eğer ve seviyorsanız tarihin enteresan sayfaları arasında gezinmeyi, “bundan sonrasına da devam edin” derim ben.
Siyonistler kendilerine Tanrı’nın Tevrat kanalıyla vaat ettiklerine inandıkları bu topraklara ulaşmak amacıyla 19’ncu yüzyıl sonlarında ilk girişimlere başladılar.
1897 yılında Basel’de yapılan 1’nci Siyonist Kongresi’nde Yahudi lider Theodor Herzl, Yahudi devletinin sınırlarını şöyle açıklamıştı:
“Kuzey sınırımız Kapadokya’daki (Orta Anadolu) dağlara kadar uzanır.
Güneyde de Süveyş Kanalı’na; sloganımız Davud ve Süleyman’ın Filistin’i olacaktır.”
Herzl, bütün dünya Siyonistlerinin vereceği destekten emin olarak kongrede şunları da söylemişti:
“Basel’de ben Yahudi Devleti’ni kurdum.
Eğer yüksek sesle söylersem bütün dünya bana güler.
Fakat beş sene içinde veya elli sene sonra herkes bunu bilecek.”
Kemalettin Apak’ın yazdığı “Türkiye’de Masonluk Tarihi” isimli kitabın 41’nci sayfasında aynen şu ifade bulunur:
“Masonluk bu bölgede İttihat Terakki Cemiyeti’ne nasıl hizmet etti ise, bilahare Meşrutiyet’in ilanını müteakip bu cemiyet de Türk masonluğunun teşkilatlanıp gelişmesine öylece hizmet etmiş ve onun yükselmesine amil olmuştur.”
Siyonistler, İttihat ve Terakki içinde yuvalanan Masonlar vasıtasıyla Osmanlı Devleti’nin dümenini tutuyorlardı artık.
Önlerinde tek bir engel kalmıştı o da Sultan Abdülhamit’ten başkası değildi.
Oradaki hikaye de ilginç ve tafsilatlı ancak ne olduğu, nasıl olduğu, kimlerin başlattığı bu gün hala meçhul olan İstanbul’daki, “gerici” dedikleri bir ayaklanmayı bastırmak üzerine Selanik’ten yola çıkarılan Harekat Ordusu başkente geldi ve sonuçta Abdülhamit de tahttan indirildi.
Sanki koskoca Osmanlı coğrafyasında başka yer yokmuş gibi Abdülhamit’in sürgün için Selanik’e gönderilmesi de çok manidardır!
Elinde Selanik’ten gelen Harekat Ordusu’nu bertaraf edecek yeterli kuvvet varken “Evlatlarımı birbirine kırdırmam” diyecek kadar yüce gönüllü bu Padişah’a sürgün günlerinde yapılan eziyeti kızı Ayşe Sultan anılarında yazar.
Pek acıklıdır yaşananlar.
İttihat Terakki’nin bu kez tahta çıkardığı Mehmet Reşat tam bir kukladır.
Koskoca imparatorluğun kaderi Enver, Talat ve Cemal Paşa’ın elindedir artık.
Hata üstüne hata yapıp, paramparça ederler koca İmparatorluğu.
Peki, Mehmet Reşat’tan sonra hanedanın en yaşlı üyesi olarak iktidara kim gelecekti dersiniz?
Resmi tarih bu konuya hiç girmez; yanına bile yaklaşmaz çünkü, tarihin akışını değiştirecek, bu topraklardaki İngiliz egemenliğinin varlığını perçinleyecek çok önemli bir “kırılma noktası” daha yaşanacaktır kısa bir süre sonra.
Sıra, aynı babası gibi intihar süsü verilerek öldürülecek Abdülaziz’in oğlu Veliaht Yusuf İzzettin Efendi’nindir.
Sultan Abdülaziz, yakınında bulunan devlet adamlarının telkiniyle askeri bürokrasiyi yanına çekmek için evlatları Yusuf İzzettin’i kara kuvvetlerine, diğer oğlu Mahmut Celalettin’i deniz kuvvetlerine kaydettirmişti.
Süratle rütbeleri yükselen şehzadelerden İzzettin Efendi 1871 yılında Ferik rütbesiyle Hassa Meclisi Reisi, ardından 1872 yılında Hassa Müşiri oldu.
Mesleğini iyice benimseyen genç şehzade, askeri tatbikatlara ve geçit törenlerine katıldı, okulları denetledi, açılış, temel atma ve mezuniyetlere iştirak etti.
Yıllar sonra Veliaht sıfatıyla yaptığı bu denetlemelerden biri de Çanakkale cephesiydi.
Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından kendisine haritalar üzerinde savaşın gidişatı ve kayıplar üzerine brifing verildi.
Bir ara çok hiddetlendi Yusuf İzzettin Efendi; Enver’e doğru dönerek “Yazıklar olsun size, onca memleket evladını resmen katlettirmişsiniz” dedi ve elindeki eldivenlerini Paşa’nın suratına vurdu!
İşte o an tarihin gidişatı yine değişmişti!
Veliaht İzzettin Efendi bazı sağlık sorunları yaşıyordu ancak, bu durum devlet yönetmek konusunda çok iyi bir eğitim almış ve çok yakında tahta geçmesi beklenen birinin canına kıymasını gerektirecek kadar ciddi değildi hiç kuşkusuz!
Eğer padişah olursa, kontrol edilemeyecek bir mizaçtaydı; daha da ötesi Enver Paşa’yı, Kenan Evren gibi “onbaşı” yapabilecek bir kudrete sahip olacaktı o vakit!
Tahsin Yıldırım’ın kaleme aldığı “Şehzade Yusuf İzzettin Efendi Öldürüldü mü İntihar mı Etti” isimli kitap bu konuda önemli ipuçları verir?
Murat Bardakçı’nın “Şahbaba” adlı kitabında belirtildiğine göre 1966 yılında ölen Abdülaziz’in torunlarından Tevhid Efendi, Yusuf İzzettin Efendi’nin kızı Mihrişah Sultan’a şunları anlatır:
“…Zincirlikuyu’daki köşkte her gece dört doktor kalırdı.
Harem ağalarından biri, “ bu gece hanımların eğlencesi var, oyuncularla sazendeler gelecek.
Efendi Hazretleri (Yusuf İzzettin Efendi) zaten erkenden odalarına çekilecekler, dolayısıyla sizin kalmanıza lüzum yok” diye doktorları evlerine göndermiş.
Akşam çengilerle saz heyeti geldi.
Geç vakte kadar musiki yapıldı.
Gece Efendinin odasında garip bir sessizlik olduğunu fark ettik ve içeri girdik.
Efendinin bilekleri kesilmişti, kanlar içerisinde yatıyordu.
İşin garibi duvarlar da kan içindeydi!
Odada sanki bir mücadele olmuştu.
Üstelik aylardan Şubat’tı, hava buz gibi soğuktu ama pencere ardına kadar açıktı ve penceredeki ağaçlardan biri pencerenin önüne kadar yükseliyordu…”
Peki, babasıyla aynı sonu yaşayan Veliaht Şehzade’nin ölümü kime yarayacaktı?
Padişahlığı aklının ucundan bile geçirmeyen, bu iş için hiçbir hazırlık ve eğitimi olmayan iktidarsız son hükümdar Vahdettin Efendi’ye!
Peki, daha kime?
“Vahdettin’in yaveri Mustafa Kemal’e!..”
Sonunda O’na çok istediği halde kızını bile vermeyen Vahdettin İstanbul ve Anadolu’nun itilaf devletleri tarafından fiili olarak işgali üzerine emrine tam 21 mürettebatı olan bir gemi tahsis edip, yanına 22 kurmay subay, 25 er ve erbaş ve 8 de katip katarak toplam 75 kişiyle, Anadolu’daki direniş hareketini örgütlemek üzere görev verdi.
Ayrıca Mustafa Kemal Paşa “Üç aylık maaşlarının peşin verilmesini, beklenmedik masraflar için ilave para ödenmesini, 6 adet eğerli atla, gemiye 2 de otomobil yerleştirilmesini” talep etti.
Fazlasıyla karşılandı bu istekleri.
“Vize -İngiliz- irtibat zabiti Yüzbaşı John Godolphin Bennett tarafından imzalanmıştı.
Bennett, listedeki subay sayısının bir müfettişlik için fazlalığından şüphelenip, durumu üstlerine aktardı.
İngiliz başkomiserliğinden ise “Mustafa Kemal gitsin, ne lâzımsa yapsın. Padişah onlara itimat ediyor. Vizeyi verin” denmişti…
… Galata rıhtımına gitti. Oradan bir motorla Kızkulesi açıklarında bekleyen Bandırma Vapuru’na bindi.
Karadeniz’e açılmalarından hemen önce bir devriye hücumbotuyla gelip, Bandırma’nın güvertesine çıkan İngiliz denizcileri vizeleri kontrol ettiler ve evraklarda eksiklik görmeyince vapur Samsun’a doğru yoluna devam etti.
Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs sabahı Samsun’a ayak basınca, padişaha, sadrazamlığa, içişleri ve dışişleri bakanlıkları ile genelkurmaya beş ayrı şifreli telgraf çekerek göreve başladığını bildirdi…” (Erhan Afyoncu)
İşte böyle sevgili okur…
İntihar süsü verilen iki cinayet kim bilir şimdiye dek kaç hayatın seyrini değiştirdi?
Bazen düşünmüyor da değilim, “bir yandan Yunan’ı İzmir’den Anadolu’ya salan İngiliz dış politikası acaba ikili mi oynadı” diye?
Ancak, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Vahdettin’e yaptığı muamele çok kötü bir vefasızlıktı.
Borç harç içinde, büyük bir üzüntüyle öldü yurt dışında vahdettin.
Alacaklıları cenazesine haciz koydurdular.
Günlerce defnedilemedi.
Türkiye’de iki metrekarelik yer verilmedi gömülmesi için de Şam’a götürdüler.
Oysa bir dönemin hatırasına sağlığında ihtiyaçları karşılanabilir, atalarının yanındaki bir hazireye konulabilirdi naaşı.
“Şahbaba” Suriye’den getirilsin, hiç olmazsa bir dönemin ayıbı temizlensin artık günümüz Türkiye’sinde.
Ne dersiniz?