“Leylek leylek lekirdek, hani bana çekirdek” derdi çocukken teyzem bir yandan da ayçiçeği çıtlatarak.
Aramızda 7 yaş fark var sadece, birlikte büyüdük sayılır.
Babam o yıllarda Keles’ten, Bursa’ya her gün gelip gittiği için paçasına yapışıp “İnişte, inişte, gelirken bana oce getir Bursa’dan” derdi ayrıca tırnaklarına sürmek için.
Rahmetli pederin yanıtıysa hep aynı olurdu:
“Gızım, sana oce değil de goce getireyim mi Bursa’dan?!.”
Sabah kalktım, dilimde Nilüfer teyzemin sözleri:
“Leylek leyleklekirdek, hani bana çekirdek?..”
Özlemişim demek ki.
İçlerini kabuklarından ayırarak biriktirir, sonra hepsini birden atardık ağzımıza; öyle daha güzel olurdu.
Yıllar geçti, büyüdü, kocaman bir genç kız oldu teyzem, sonra bir gün leylekler getirdi Esat eniştemizi ona!
Aradan bir süre sonra da aynı leylekler bir çıkın içinde Derya ve Nur’u getirdiler teyzemle, enişteme!
Ne kadar çok yeri vardır aslında leyleklerin yaşamımızda öyle değil mi?
Uluabat, Eski Karaağaç gibi kadim köyleri severler genellikle konmak için.
Bacaların ya da elektrik direklerinin üzerine kurarlar yuvalarını.
Kendi de çok eski bir Bursalı olan Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’in bu kadim kente ilişkin uyguladığı yaratıcı projeleri çok severim mesela.
Eski Karaağaç Köyü’nde “leylek festivali” düzenler mesela her yıl; kaç başkanın aklına gelir?
Leylekler bizi sever, biz de leylekleri.
Muştulu, en güzel havadisleri onların getirdiklerini düşleriz, hanemize yeni katılan bir bebek gibi örneğin.
“Anne ben nasıl oldum” sorusuna verilen ilk yanıtlar şöyledir genellikle:
“Seni leylekler getirdi yavrum!..”
Sevilenlere kartpostal gönderme geleneği vardı eskiden.
Bebeği doğanları kutlamak için, gagasıyla tuttuğu kundakta bir bebek taşıyan leylek mizanseni gönderilirdi çiftlere.
Şu koskoca dünyada arkadaşları artık kış gelince sıcak iklimlere göçerken ne bileyim, kanadı kırıldığı ya da başka bir rahatsızlığı olduğu için uçamayan göçmen kuşları tedavi edip, bir sene boyunca baktıktan sonra yine doğaya salan kaç millet vardır acaba?
Sırf bunun için vakıflar kurmuş, “Gurabahane-i Laklakan” adını verip, hayvan hastaneleri açmış kadim bir milletin mirasçılarıyız biz.
Kendilerine “uygar” diyen batılı ülkeler savaşlardan kaçıp kendilerine sığınmak isteyen mültecilere pislik muamelesi yaparlarken, dahası yüzlercesi, binlercesi, çoluk çocuk, gözlerinin önünde denizlerde boğulup giderlerken, Türkiye’nin, Türklerin onlara kucak açması, elini, ekmeğini paylaşması bu yüzdendir işte, bunu bilesiniz!
Anadolu’da vardığınız her bir yerleşim beldesinde bir “köy odası” bulunur, içinde sobası, çırası, odunu, yorgan ve yastığı olan.
Hiç kimse aç ve açıkta kalmaz.
Kendinde yoktur, çok kıttır yurdum insanının, ne yapar, ne eder, bulup yemek çıkarır insanın önüne, sıcacık çayını koyar.
Başka coğrafyalarda dönüp yüzüne bakmazlar insanın, açlıktan ölür çocuklar, burada hangi kapıyı çalsanız buyur edilir, misafir muamelesi görürsünüz kesinlikle.
Sultan 2’nci Murat’ın, Endülüs’teki Yahudilere kucak açması, “buyurun burası aynı zamanda sizin yurdunuzdur” diyerek çoluk çocuk Hristiyanların zulmünden kurtarması, işte bu coğrafyaya has bir erdemdir.
Bütün bir dünyanın ta kendisidir Anadolu, Kafkaslardır, Asya’dır, Balkanlardır, Mısır, Fas, Cezayir, Tunus’tur, Galiçya’dır, Orta Doğu’dur, her milletten insan görürsünüz burada ama edindikleri kadim kültür hep paylaşma ve yardımlaşma üzerine kuruludur.
Gidin şimdi Zafer Mahallesi Merkez Kahvehanesi’ne, orada akşamları gidip pişpirik oynayan Muhammet Vardar’a “Karnım aç benim” deyin, hemen evdeki karıya telefon eder, çok değil, en geç iki saat sonra “Arnavut böreği tepsisi” yanında tavşan kanı, sıcacık çayla birlikte hazırdır masada!
Bu kadar iyiliğin, iyi insanın arasında birkaç kötü ve kötü örnek olacak elbette.
“Mesela ben İsmet İnönü’nün diktatörlüğü” devrinde…
Durun be, zıplamayın hemen!..
Tek parti, gizli oy, gizli tasnif, demokrasi mi şimdi bu?
Ne zaman ki İngilizlerin baskısıyla çok partili sisteme geçildi, na işte ondan geldi Demokrat Parti barajları yıkıp da iktidara!
Bilip bilmeden, sana belletilen, ezberletilen yanlışlarla hareket ediyorsun ya işte hemen, o zaman kızıyorum sana, önce dinle bi, sonra da düşün!..
İsmet İnönü’nün devr-i iktidarında yaşanan “Struma faciası” örneğin bir kara lekedir şanlı tarihimizde.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında İngilizler ve Almanların baskısıyla Karadeniz’den İstanbul’a gelen 750 kadar Romanya Yahudisi’ni kabul etmiyor bu ülkeye İsmet.
Açık denizde bir Rus savaş gemisinden atılan torpille parçalanıyor bulundukları tekne, boğularak ölüyorlar hepsi.
Osmanlı’yı yönetenler ta İspanya’dakilere bile kucak açıyor, Cumhuriyet’in 2 numaralı adamıysa korkusundan kapıları kapatıyor!
Oluyor işte bazen arada böyle.
Engin gönüllülerin yanında, böyleleri de çıkıyor ne yazık ki!
Özgür Alparslan Sümer…
Bursa’da avukatlık yapan genç, deli dolu bir çocuk Özgür.
Birkaç dönemdir de Bursaspor’da Disiplin Kurulu Başkanlığı yapıyor Sümer.
Geçen en son kupa maçından önce Bursaspor, Gençlerbirliği’yle bir araya gelmişti ya kentimizde?
Bir güneydoğu gazisinin ricasıyla, maç öncesi yapılan seremoniye katıyor bu işe çok özenen adamın çocuğunu Özgür Alparslan Sümer.
“Gazi” bu, memleket için canını ortaya koymuş, kırılır mı hiç, zaten aksini düşünenler orostopol çocuğu, tam anlamıyla resmen bir piç!
Neyse, seremoni bitiyor, hava soğuk mu soğuk, çocuk ve anne babası donmuşlar dışarıda.
Özgür bunları alıyor, “hem ısınsınlar, hem de evlatlarının üzerindeki Bursaspor formasını çıkarıp, rahatça giydirsinler” diye kapalı Şeref Tribününe getiriyor.
Yine aynı ego, aynı vaka…
Bir sonraki maçta isminin üzerinin çizildiğini görüyor Özgür!
“Şeref Tribününe bir daha alınmayacaklar” listesindedir artık!
Peki niye?
“Kimseye sormadan gaziyi ve çocuğunu oraya aldı diye!..”
Lan adam Bursaspor Divan Kurulu Üyesi, Disiplin Kurulu Başkanı, onun hakkı zaten maçları orada izlemek, sen kim oluyosun bakim Osmangazi İlçe Gençlik ve Spor Müdürü Fedai Din?!.
Kimsin sen?!.
Kim oturttu seni oraya?
Kalk, kalk bakiim oradan, hadi, kalk, kalk kalk!..
Babanın yeri mi orası senin de millete racon kesiyosun böyle?
Neyse, sonra İl Müdürü Süleyman Şahin’in devreye girmesiyle aşılıyor kriz de sorun geçici olarak çözülüyor.
Ukalaya bak sen, bir de bunlarla uğraşıyoruz onca işin arasında be!
“Cık cık cık!..”
Her şey o kadar da kötü değil.
Not almışım, geçenlerde denk geldi…
Tarihçi, Bursa Araştırmacısı Raif Kaplanoğlu bir yere şunları yazmış:
“Arnavutların en güzeli Hüsnü Züber’i yitirdik…
İstanbullu bir emekli subay olan Hüsnü Züber, bir Bursa hayranı olarak, yok olmakta olan ünlü Bursa evlerinden birini satın alıp restore etti.
Bu evi “Yaşayan Osmanlı Evi” yaptı.
Grafik sanatçısı ve kaşık koleksiyoncusu olan Hüsnü Züber, Bursa’nın son entelektüeliydi.
Emekli maaşından biriktirdikleriyle bir okul yaptırdı.
Yaşayıp özenle koruduğu tarihi konağını, Belediyeye bağışladı.
Güle güle sevgili dostum Hüsnü…”
Çok da esprili adamdı rahmetli be!
Bu coğrafyayı kıymetlendiren, paylaşımcı insanlarından biriydi Hüsnü Züber de.
Andık onu da, demek ki bizden bir “hayır dua” bekliyor!
Şöyle diyordur öte dünyadan bu yakaya bakıp o da gülerek:
“Leylek leyleklekirdek, hani bana çekirdek?!.”
Hadi buyrun, Hüsnü Züber’e gelsin:
Hep birlikte bir “Fatiha!..”