
Ahmet Vefik Paşa’nın kentidir burası.
Meşhur devlet adamı, diplomat, çevirmen ve dahi oyun yazarı olan Ahmet Vefik Paşa’nın.
O ki Osmanlı’da iki defa milli eğitim bakanlığı, iki defa başbakanlık yapmış, Türkçe ilk sözlüklerden biri olan “Lehçe-i Osmani’nin” yaratıcısı, tam 16 dil bilen yeryüzünde yaşamış müthiş bir ademoğludur.
Fakat, Ahmet Vefik Paşamızı hususi kılan sadece bunlar değildir üstelik.
Geçmişte Bursa valisi olarak görev yaptığı sadece 3 yıllık süre boyunca restore ettirdiği onlarca yapının yanı sıra, Heykel’deki eski belediye binası, Muradiye’deki Devlet (Memleket) Hastanesi ve İstanbul dışında Anadolu’da kurulan ilk tiyatroyu kentimizde yaptı paşamız.
Bunlarla da kalmadı, İstanbul’da yıktırılan Gedikpaşa Tiyatrosu’nun oyuncularını himaye ederek Bursa’ya getirtti.
Daha da ötesi, o dönemde ne kadar büyük bir entelektüel hava katmıştır ki bu coğrafyaya, Molière’in eserlerinin kentimizde sahnelenmesini sağladı, oyunların dekorlarından, provalarına kadar her şeyleriyle bizzat yakından ilgilendi Paşamız.
İki çok önemli paşası vardır bu şehrin, gençler iyi bilsinler, biri Zekimiz Müren’imiz paşamız, diğeriyse Bursa’ya tiyatroyu getiren Ahmet Vefik Paşamız.
Çocukluk anılarımın unutulmaz sahneleri arasındadır annemle babamın özenle hazırlanıp, her hafta Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’nda sahnelenecek oyuna gitmeden önceki ritüelleri.
Babam özenle mutlaka takım elbisesini giyer, boynuna da kravatını bağlardı.
Annemse başında aynı renkten bonesi, o dönem çok moda olan İran işi kadife uzun elbiselerinden birinin üzerine, iğnesinden sol göğsüne takıp yerleştirdiği parlak taşlı gümüş broşuyla birlikte bir güneş gibi ışıl ışıl parlardı.
Özenle seçilip, özenle giyilirdi kıyafetler.
Tiyatroya gidiyor olmak çok ayrıcalıklı ve hususi bir durumdu.
Sahne aralarında fuayede bir şeyler içip, tanıdık eş dostla sohbet etmenin, oyun üzerine kritik yapmanın tadı başka hiçbir şeyde yoktu.
Ahmet Vefik Paşa tiyatrosu hiç olmasaydı eğer çok şey kaybolur, çok büyük bir anlam eksilirdi bu kentten.
Aynı zamanda Ahmet Vefik Paşa’nın kentiydi Bursa.
Sırf işte o nedenle bu şehirde üretilecek tiyatro yapıtlarının belli bir kalite düzeyinde olması beklenirdi bence; aksi takdirde paşamıza ayıp olurdu sonra!
Eskiler, “güven tek seferliktir, ikinciye güven olmaz” derler.
Daha önce bir akşam ısrarla önerip, topluca izletmişti bize Fellini’nin adını dahi hatırlamak istemediğim sıkıcı, seyrederken insanı canından bezdiren o korkunç karanlık filmini de, tuvalete gitmesini fırsat bilip, o ızdıraptan bir an önce kurtulabilmek için kendisine hiç çaktırmadan nasıl ileri doğru saracağımızı bilememiştik!
Fellini’nin filmleri değil ama bazı sahneleri ya da çekimlerde kullanılan mekanlarıyla, ışığı işlemesi ilgimi çeker benim.
Hasılı kendisine bu konuda ikinci kez güvenerek, arkadaşım ünlü yazar, konuşur, düşünür, söylenir, çemkirir ve eleştirmen Can Ertan’ın ısrarlı önerisi üzerine Nilüfer’deki Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Merkezi’ne gidip, Avukat İzzet Boğa’nın yazıp yönettiği tek perdelik “Memd’Ali” isimli oyunu birlikte izledik geçen akşam.
İzzet Boğa işi biliyor, kendisini tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum.
Belli ki oyunu bilinçli bir şekilde hiç ara vermeden tek bölüm halinde planlamış.
Hiç kuşkusuz eğer ara verilseydi ikinci perde açıldığı vakit ben de dahil salonda bulunanların pek çoğunun derhal kaçıp evlerine gittikleri görülecekti muhtemelen!
Nasıl berbat, kötü, ne idiğü belirsiz, kimliksiz bir senaryoydu o öyle!
Tam 65 dakika boyunca izlerken en az Şavşatlıların kaymakam emriyle klasik müzik dinlerken yaşadıkları ızdırap kadar acı çektik inanın resmen.
İzzet Boğa’nın iyi bir yönetmen ya da iyi bir oyuncu olduğunu duyarım.
Fakat, herkes iyi bildiği işi yapsın kardeşim, nasıl berbat bir oyundu o öyle.
Arap çorbası gibi bir şeydi izlediğimiz.
İçinde her şey vardı ama hiçbir şey yoktu aslında.
Oyunu amatör ancak profesyonellere taş çıkartırcasına performans sergileyen son derece başarılı oyuncular taşımaya çalıştı ancak nafile, senaryo ileri derecede özürlüydü çünkü.
Metinde inli cinli olaylara, batıl inançlara girilmiş, din, peygamber yergisi var, abartılı delilik betimlemeleri, materyalizm, kapitalizm sorgulamaları, tembellik hakkı, İsmail Hakkı, abi ne ararsanız vardı çok şükür!..
Komik olmaya çalışmış ama onu da becerememiş İzzet Boğa.
Memd’Ali her halde sezon boyunca orada daha sergilenmeye devam edecek.
Sizi canınızdan bezdirecek bir saat beş dakikalık bir zaman dilimini hayatınızdan çalıp, fantezi bu ya, mazoşist duygularınızı da tatmin etmek istiyorsanız eğer, kötülük yapmak istediğiniz birini de yanınıza alıp oyunu izlemeye gidin derim ben yine de!
Aklınca cinsellik de katmaya çalışmış İzzet Boğa Memd’Ali’nin senaryosuna.
Fakat onun cinsellik anlayışı kadın göğüslerinin betimlemesinde kullandığı “şeftali” ve erkek şeysini tanımlamak için uygun bulduğu “hıyardan” ibaret!
Aslında Çalıköylüymüş İzzet Boğa.
Oyun için hazırlanan broşürde Çalı’nın şeftali bahçelerini, hıyar tarlalarını da anlatmış.
Belli ki çocukluğunda oralarda gezerken komşu kızı Zeliha’nın gizlice dikizlediği yemişlerinin çatalının en mahrem, en gizli yerlerini bal gibi lezzetli sulu yarma Bursa şeftalileriyle özdeşleştirdi İzzet Boğa.
Ergenlik çağında gündüz düşlerini şeftaliler süsledi.
Nazlı yarin göğüslerini şeftaliyle özdeşleştirmenin bence de hiçbir mahsuru yok ama diğer taraftan onları incire, ayvaya ya da Amasya elmasına benzetenler de yok değil hani.
Hıyar meselesineyse hiç girmiyorum çünkü, bamyadan hıyara nasıl yatay geçiş yaptı onu da bir türlü çözemedim işte!
İzzet Boğa’nın tüm engelleme gayretlerine rağmen ben oyunun bir bölümünde ciddi derecede bir tahrik ve erotizm anı da yaşadım kendi iç dünyamda, onu da söyleyeyim.
Bana göre sahnenin yıldızı “Fatma’yı” canlandıran oyuncu Yasemin Çıtak’tı.
Son derece doğal, sıcak ve başarılı bir performans sergiledi Yasemin ablam.
Ecinlilerin betimlendiği o bölümde diğerleriyle birlikte eğilip poposunu öyle gerçekçi ve insanın kan akışını hızlandıran, erotik bir tarzda salladı ki Yasemin Çıtak, yemin ediyorum, “Bu gece uzun olacak” isimli şarkısının klibinde popo sallayan Hülya Afşar yanında halt etsin!
Hadi bu kadar yerginin yanına bir de övgü koyalım:
Sırf o sahneyi bir kez daha izleyip, o anı yaşamak için bile Memd’Ali’yi yine seyretmeye razıyım!
Diğer oyuncular Mutlu Dereli, Cansu Yılmaz, Kutlay Akbal ve Utku Duman’ı da kutlarım.
Oyunun dekorunu hazırlayan Engin Başkaya, kostümleri realize eden Aslıhan Pekün ve İnci Kutgün’ün ortaya çıkardıklarına da bayıldım.
O gece sahnedeki herşey, herkes çok iyi ancak oyun çok kötüydü!
Peki, çok iyi biliyorum ki bir saat beş dakika boyunca en az benim kadar sıkılmış olan izleyicilerin finalde kalkıp oyunu ayakta alkışlamalarına ne buyurulur?!.
Nezaketen değilse, cehalettendir diye düşünüyorum!
Eğer ikinci şık geçerliyse, seyirci kalitesi de çok düşmüştür demek ki artık bu kentin!
Ve işte eğer öyleyse Ahmet Vefik Paşamızın ruhu hüzünlenip, kemikleri de sızlıyor demektir.
Bu günkü yazıyı Ahmet Refik Altınay’ın yazıp, Mısırlı Udi İbrahim Efendinin bestelediği, Bursa’da, Emirsultan Mezarlığı’nda istirahat eden diğer paşamız, Zeki’mizin de o muhteşem sesiyle ölümsüzleştirdiği hicaz şarkının sözleriyle tamamlayalım.
Epeydir yüz yüze görüşemedik, bir süredir Antalya’da geziyor hatun, Zeki’mizi ve bu parçayı o da çok sever, sevgili Validem Mürüvvet Hanıma gitsin bu güfte:
“Solsan da sararsan yine gül pembede hensin
Rabbin bana bir nimeti varsa o da sensin
Sinem ebediyen o güzel tenle bezensin
Rabbin bana bir nimeti varsa o da sensin”