Yazarlar

Müzik dünyam derindir benim!

post-img
En çok validem istedi bir enstrüman çalabilmemi. Ne O’nun istediği oldu sonuçta, ne de benim! Belli ki bir şey çalabilen, kıvanabileceği bir evladı olsun istedi daima. Gökdere’deki osuruk ağaçlarını kesip, evden de beyaz çarşaf yürüterek bahçeye kurduğum Kızılderili çadırının önünde, zavallı bir tavuğun kanadından zorla kopardığım tüyü başımın arkasına takarak “tam tam” (Aslında boş bir yağ tenekesi) çalmayı denesem de ilkin, bu durum annemi hiç tatmin etmemiş ancak, sabahtan akşama dek teneke gürültüsü dinleyen yan taraftaki komşumuz, kolonyacının karısı Cevriye teyzeyi irrite etmeye fazlasıyla yetmişti. Şöyle, “telli” bir şeyler çalmamı istiyordu annemin canı. İlk mektebi okuduğum Atatürk İlk Öğretim Okulu’nda mandolin kursu açıldığını duyunca kolumdan tutup, hemen bir yaş pastayla birlikte müzik hocasının yanına götürdü beni. Satın alınan mandolinlerle koca bir sınıf başladık tıngırdamaya. İlkokul 3’ncü sınıfa kadar okuduğum Keles, 1’nci Murat İlköğretim Okulu’nda rahmetli müdürümüz Recep Bodur çalardı bu enstrümanı. İmrenerek dinlerdik hepimiz. Ancak yok işte, yok bende öyle bir kabiliyet! Çifter çifter tellerine bastıkça mandolinin, parmak uçlarım nasıl acıyor, nasıl acıyordu anlatamam sizlere! “Maymun iştahlılık” değil işte! Her şeyin bir sebebi vardı. Sonra ortaokulda blok flüt dersleri koydular. Zaten “gam” filan yapmayı becerdim de arada bir-iki parça çalmayı da başarıyordum hani . Biz flütle “daha dün annemizin kollarında gezerken” Nevin çoktan Türk Sanat Müziğine geçmiş, “Dil şad olacak diye kaç yıl avuttu felek” gibi şarkılar çalmaya başlamıştı el kadar kızken! Kim miydi Nevin? Dedemin dünürü, rahmetli emekli savcı İsmail Topkaya’nın en küçük kızı. Çoban kavalı ver eline, sana “5’nci senfoniyi” çalsın, armonika ver “Türk Marşı’nı” çıkarsın; kızda öyle bir acayip yetenek vardı yani! Hatta o senelerde O’ndan öğrendiğim “Bak Yeşil Yeşil” isimli şarkının “si la si fa fa” diye başlayan notaları bu gün bile hala aklımdadır. Bizim sülalede müziğe kabiliyeti olan pek fazla insan yoktur. Mesela bir Yavuz dayım cümbüş çalar, o artık tek teli kalmış ihtiyarla  çıkarabildiği yegane parça “Ayva Çiçek Açtı Yaz mı Gelecek” şarkısıdır! Tek parçalık repertuvarla 50 sene idare etti milleti kendisi! Fakat, nur içinde yatsınlar rahmetli Ömer dayım ve Remziye teyzemin büyük oğlu Erol abi (Alıç) var ki, O’nu tek geçerim sülalede. Genç yaşlarından beri öyle güzel gitar çalar ki Erol abi, adeta ağlatır o aleti siz dinlerken! Efendim, bir diğer müzik aleti deneyimim de Erol Alıç’a öykündüğüm için gitar oldu elbette. Onda da ezbere birkaç pop parça çalmaktan öteye gidemedim: “Senden başka senden başka, sevemem ben hiç kimseyi…” Gel zaman git zaman, çatı katındaki odamda bir dekor olmaktan başka bir işe yaramadı zavallı gitarım! Sonra, bir org aldım kendime. Bir yaz günü, vakit gece yarısını çoktan geçmiş, pencere açık, orgun sesini amfiye bağlamışım, bendeniz duvarda posteri asılı Brooke Shields’e bakarak romantik parçalar çalmaya çalışmaktayım caz ritminde: “Strangers in the night Exchanging glances Wondering in the night What were the chances…” Kolonyacının karısı Cevriye Teyzenin çığlıklarıyla kendime geldim! Sanki hava saldırısı var, şehirdeki tüm sirenler aynı anda çalıyor; o derecede yani! Orgun düğmesini kapattım ve bir daha da hiç geçemedim karşısına senelerce korkudan! Yıllar yılları kovaladı… Madem “tellisi” olmuyor, zillisi, tuşlusu olmuyor; bir de “üflemeyi” deneyeyim dedim ve aldım kendime bir “ney”!.. Ufak ufak ses çıkarırken “başparesini” kaybetmeyeyim mi günün birinde onun da?!. “Sordum sarı çiçeğe” isimli ilahi de çıkamamıştı dudaklarımın arasından! Sonra bir “tenor saksafon” girdi o muhteşem müzik hayatıma. Kadın bir öğretmen buldu arkadaşlar, haftada bir eve gelip öğretsin diye. Meğerse hatun intihar kolikmiş! Eğer dedim, günün birinde banyoda bileklerini keserse ne yaparım o vakit ben?!. Soğuyuverdim o anda saksafondan! Ve klarnetim geldi, belki de Hüsnü Şenlendirici gibi çalabilirim ümidiyle! Üçüncü dersin sonunda, artık sağ serçe parmağımın ilgili deliğe ulaşamayacağını kabul ettiğimde bırakın artık çalmayı, hatta müzik dinlemeyi de bıraktım uzun süre! Bu arada aynen validenin yolundan giderek kızımıza önce piyano, sonra da yıllarca keman dersleri aldırdığımızı belirtmeden geçemeyeceğim! Tabii, onda da işe yaramadı bu gayretler. Evin şu anda kullanılmayan bir odası tam manasıyla bir “eskiler ve  enstrümanlar” müzesi kıvamında! İşte bendeniz tüm bu süreçleri yaşarken bir çocuk dünyaya gelmiş ve kentin öte yakasından adeta bir güneş gibi parlamaya başlamıştı! “Onur’du” bu delikanlının adı. Kılıç kalkan hocası Ayhan Severgün’den olma, Ömer Dayı ve Remziye Teyzenin kızları Hatice Abladan doğma Onur, dayısı Erol Alıç’a öykünerek küçük yaştan itibaren gitar çalmaya başlamıştı evinde. O da sonra Nevin Topkaya gibi “müzik öğretmeni” oldu. Binlerce öğrenci yetiştirdi her ikisi de… Tembelleştik mi artık, çok mu yaşadık yoksa nedendir, çok özel bir şey olmazsa gitmiyorum pek konserlere. Vallahi inanır mısınız, tiyatroya da öyle. Geçen bir arkadaşım eşiyle birlikte Devlet Tiyatrosu’nda, “Keşanlı Ali Destanı’nı” izlemiş, pek beğenmişler; “Oyun” diyor, “kişi başı 9 lira ancak, yan taraftaki kapalı otopark 18 lira”!.. Hemen baştan söyleyeyim, Sur Yapı’nın yanındaki BAOB yerleşkesinde bedava! 2018’in sonunda aramıştı Onur Severgün beni, “Abi, Özdemir Erdoğan’ı getiriyoruz, mutlaka konuğumuz olmalısın” demişti o vakit! Üff! O soğuk kış gününde gardıroptan takım elbise seç, zaten göbek olmuş bi dünya, üzerine uyan gömleği bul, kravatını tak, öncesinde tıraş ol, hiç de içimden gelmemişti o konsere gitmek! Açıverirdim şuradan “Pervane” isimli sevdiğim parçasını, YouTube’dan dinleyiverirdim işte! İşte o günden itibaren bizim Hatice ablanın Onur, sadece konser organizasyonları değil, ONS Yapım olarak arkadaşı Berna Duvarcı’yla beraber kentimize bazı tiyatro topluluklarını da getirerek Bursalıları zenginleştirmeye girişmişler meğerse! Geçen akşam Onur ve Berna’nın davetiyle BOAB’da Yasemin Yalçın Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu “Emlakçı’yı Beklerken” isimli oyunu izledik. İtilmüş’le, Kakılmış’ın skeçlerinden tınılar barındıran oyun, tamamı tıklım tıklım dolu salonda bulunan tiyatro severlerin kahkahalarıyla çınlayıp durdu o gece. Şimdi sıkı durun! 4 Mart’ta, aynı ekibin sergileyeceği “Ve Perde” isimli oyun var aynı yerde. Ve 19 Mart’ta Erkan Oğur’la aynı sahneyi paylaşacak Dilek Türkan gelecek Bursa’ya, Onur ve Berna’nın girişimleriyle. Dilek Türkan’ın sesini birine benzetiyorum ama kime, kime? Buldum! Çağan Irmak’ın yazıp yönettiği “Issız Adam Filmi’nde” “Ada” rolünü oynayan Melis Birkan var ya… İşte ona çok benziyor bence Dilek Türkan’ın sesi. İşte seslendirdiği en beğendiğim parçası: “Bana bir aşk masalından şarkılar söyle.” Şöyle diyor Ekşi Sözlük’te bir eleştirmen 25 Mart’ta yine BAOB’ta sahnelenecek “Halktan Biri” isimli oyun için: “Eski püskü, modası geçmiş eşyalarla dolu bir ev, ona uyum sağlamış işten atılmış, açlık sınırında yaşayan emekli bir işçi. Başkan’a hakkını aramak için mektup yazmış ama yanıt alamayınca üslubunu sertleştirmiş. Bir sabah kapısı hükümetin görevlisi tarafından çalınır , sorgulama başlar. Ve ülkesinin yiten değerlerini dillendiren halktan biri ile başkan, yan yana gelirler. Seyreyleyin şamatayı.” Sam Bobrick’in yazdığı,  Levent Ülgen ve Galip Erdal’ın ustalıklarını sergiledikleri bu 2 perdelik komedi hakikaten kaçırılmaz! 1 Nisan’da “Taksim Trio” geliyor Bursa’ya, 7 Nisan’da da İsrail’in, Aziz Nesin’i Ephraim Kishon’un yazdığı “Tarla Kuşuydu Juliet”… Sonra sahneye yaz dönemi için kısa bir ara… Fakat bitmiyor Berna ve Onur’un sanatla kucaklaşmaları. Her Cumartesi akşamı Sur Yapı’nın karşısındaki Siesta Cafe’de müzik yapıyorlar birlikte. Sanıyorum hem Juliet’e gideceğim “gitar zoruyla” hem de bir gün Siesta’da onları dinlemeye! Kolonyacının Cevriye teyze çoktan rahmetli oldu; ne kolonyacı kaldı dünyada ne de Cevriye teyze! Bir bateri, bir tumba, bir darbuka olsun, vurmalı bi şey mi alsam acaba bu kez de kendime?!.

Diğer Haberler