Yazarlar

O gece neler yaşandı?

post-img
Tam 41 yıl olmuş… Anısı film şeridi gibi saniye saniye hala aklımda. 1979 yılının sonları… Uludağ’ın yamaçları bomboş, her yer arsa dolu. Sağında solunda tek tük evler ve Teleferik’ten gelip, Teferrüç’ten, Mesken’e doğru uzanan genişçe bir cadde var ortada. İşte o caddenin üst yanındaki bir kahvehanede konuşlanıyoruz hepimiz. Acıkınca yan taraftaki bakkaldan aldığımız ekmekler ve katık ettiğimiz birazcık peynir en büyük gıdamız. Bir masanın etrafına toplanıp, sıcak çaylar eşliğinde aç kurtlar gibi saldırıyoruz peynir ve ekmeklere. Her fraksiyondan insan var orada. Ne mi yapıyoruz? 12 Eylül öncesinde “solculuk” oynuyoruz! Yaptığımız en önemli iş geceleri çıkıp duvarlara slogan yazmak. Aramızdaki hiç kimsenin bir tavuğu bile incitmişliği yok. Yolun alt tarafındaki geniş boşlukta üstüste dizilmiş kamyon lastikleri var. Etrafındaki dükkanlarda onları rulo şeklinde kesip, mobilyacılara satıyorlar. O dönem çekyatların altında dolgu malzemesi olarak kullanılıyor esnek lastikler. Serin, aysız, karanlık bir yaz gecesi… Sokak lambaları şimdiki gibi değil, yüzer metre arayla ana yolu cılız bir şekilde aydınlatan sarı ampulleri var üzerlerinde. Henüz lise 2’nci sınıftayım, bacak kadarım! Yaşım küçük olduğu için gözcülük görevini bana veriyorlar,  daha önden yavaş yavaş ilerliyorum. Toplum polisleri var o vakit, bazı akşamlar burunlu Ford marka minibüsleriyle devreye geziyorlar. Onlara yakalanmamak gerek. İleriden eğer polisin geldiğini görürsem ıslık çalarak arkamdan gelen İsmail ve Emin’e haber vereceğim; onlar da ara sokaklara sapıp saklanacaklar! Hepimiz çocuğuz daha. Teleferik istikametine doğru yürürken sol taraftaki karanlık arsadan bazı gölgelerin üzerime doğrulttukları tabancalarıyla fısıltı halinde bana seslendiklerini işitiyorum: “Dur polis! Yaklaş!..” Sıçtık! Arkadakilere haber verme şansım hiç yok. Beş-altı kişi kadar varlar. Üzerimi arıyorlar. “Temiz.” Birkaç dakika geçmiyor ki, İsmail ve Emin’de düşüyor tuzağa: “Dur polis! Yaklaş!..” Onları da çekiyorlar karanlığa. Emin Dev-Yol’dan, İsmail’le biz Kurtuluş’çuyuz. O’nun üzerinden silah çıkıyor; eyvah! Adamların hepsi sivil kıyafetli. Tümünün başında kasket var. Her birimizin koluna biri giriyor. Biri en önde, biri arkada, diğer arkadaşlarıyla birlikte bizi ortalarına alarak konvoy halinde yokuş yukarı yürütmeye başlıyorlar. “Her halde” diyorum içimden, “araçlarını yukarıda bir yere gizlediler”. Gece karanlık, gece sessiz. Taşlık yola basan ayaklarımızın çıkardıkları sesler yankılanıyor dört bir yanda. Karakolda ne diyeceğimi düşünüyorum. İsmail’le biz belki yırtarız ama Emin’in işi zor! Yüz metre kadar yürüyoruz boş arazide dağa doğru. Tek tük etraftaki lambalardan yayılan ışıklar aydınlatıyor bir parça geceyi. Her birinin sağ ellerinde tabancalar var. Sonra birden Emin’in kolundan tutan adam O’nu yana doğru ittirerek silahındaki mermileri üzerine doğru boşaltmaya başlıyor: “Tak tak, tak tak!..” En öndeki de hiç acımadan yardıma girişiyor ona: “Tak tak, tak tak!.. Tetiğe her basışlarında gündüz gibi aydınlanıyor ortalık. Her şey ağır çekim bir film sahnesi gibi. Bedenine onlarca mermi saplanan Emin’in her iki kolunu yanlara doğru açarak yavaşça yere düşüşünü izliyorum. Hiç ummadığı bu saldırı anında kim bilir ne düşündü zavallı? Yerdeyken de devam ediyorlar katliama. Saniyeler içinde olup bitiyor her şey. Emin düşünce benim önümde İsmail’in kolundaki adam da ittiriveriyor O’nu! O da başlıyor çocuğu taramaya: “Tak tak, tak tak!..” Çocuğuz hepimiz. Onlar benden olsa olsa birkaç yaş büyük. Sonra, sonra… Sağ kolumdan beni tutanın kavrayışını gevşettiğini hissediyorum o an! İsmail de düşüyor yere. Sıra bende! Ani bir hareketle o beni itmeden ben onu itiyorum can havliyle. Ve başlıyorum baş aşağı koşmaya. İlkokuldan, orta okula kadar yaz tatillerinde hep Yavuz dayımın (Ekmekçi) yanına gittim. Askerdi dayım. Bana bir askeri kıyafet diktirip, bir de yanına ayağıma göre bot yaptırırdı her sene, kafama göre gezerdim kışlalarda. Eğitimleri izleyip, eski Kırıkkale, M1, M2 tüfekleriyle atışlar yapardım o yıllarda. Geri tepmeden zarar görmeyim diye omuzuma yastık koyardı askerler. Maskotuydum yani oraların. Yemin törenlerinde paşaların yanına otururdum. Belimde 9 milimetre eşşek kadar Colt tabanca, bazen omuzumda Sten makinalı silah, dolaşır dururdum akşama kadar ortalıkta. Ayıptır söylemesi, ilk “aç açı” da o sıralar izlemiştim Denizli’de, dayımın postası götürmüştü! Açık hava sinemasındaki konserde bir yandan dans eden kadın orkestranın çaldığı müzik eşliğinde yavaş yavaş açtıkça tüm tugayın eratı “aç, aç, aç” diye ayağa fırlıyor, bense avuçlarımla gözlerimi kapatıyordum “ayıp” diye! Eğitimler sırasında bir şey öğretilirdi acemi erlere: “Ateş altında düşmana doğru ilerlerken kesinlikle düz değil, zigzak çizerek koşacaksın!..” Aynı şey kaçarken de geçerliydi elbette. Düz bir hattan çekilirsen eğer, üzerine nişan alan kişi  rahatlıkla seni vurabilir. Bir yandan aşağı doğru koşarken, diğer yandan da bir sağa, bir sola yöneliyorum gecenin karanlığında… Sağa döndüğümde solumdan, sola döndüğümdeyse sağımdan geçen mermi çekirdekleri vızır vızır şaklıyor! Kulaklarımın hemen dibinden geçiyorlar adeta. Çünkü, yukarıda işlerini bitirenlerin tümü bana doğru ateş ediyor artık: “Tak tak, tak tak!..” Az ötedeki cılız sokak lambasının yanında bir toprak yığıntısı var. Orayı geçersem sırtımı garanti altına almış olacağım. Az kaldı, çok az kaldı. Ve birden sol kürek kemiğimde bir baskı hissediyorum. Vuruldum galiba. Ölecek miyim acaba? Canım da acımıyor ama garip! Sonra ayaklarımın bağı çözülüyor. Sanki hiç yoklar artık. Bedenimin üst yanı boşlukta uçuyor gibi. Ellerim ileride, yüzüstü yere kapaklanıyorum. Aşağı doğru metrelerce sürükleniyorum çakılların üzerinde. Ve öylece kalıyorum. Bu kez hepsi bana doğru koşmaya başlıyorlar. Ayak seslerinden anlıyorum. Oğlum, bir şans daha tanır mı acaba hayat sana? Var mı son bir gücün? Geldi mi ayakların yerine? Davranabilecek misin yeniden? Yoksa birkaç saniye içinde sırtından kurşunlayacaklar seni. Avuçlarımı yere dayayıp kalkmamla birlikte bir kez daha fırlıyorum toprak kütlesinin üzerine doğru. Az ileride de bir ev var, köşeyi döndüm mü paçayı kurtaracağım. Yoğun ateş yine başlıyor. Belli ki geride tanık bırakmak istemiyorlar. Bu kez hem ardımdan koşup, hem de ateş ediyorlar artık. Olmaz! Daha henüz 15 yaşındaki Mehmet Ali’nin bu dünyada yapacağı başka işler var! Dokunacağı, yanlarında olacağı, hayatlarını değiştireceği, yaşamlarına yaşam katacağı insanlar var. İlahi adalet onlara izin vermiyor. Köşeyi dönmemle birlikte artık susuyor silahlar. Sonrası uzun hikaye. Sol omuzumdan yan yana iki mermi yalayarak geçmiş. O zaman bonus olan saçlarımın içinden iki mermi de başımın üst derisini yakarak. Emin orada öldü. İsmail’se o sıra üzerinde bulunan dana derisinden kabanın vücudunu koruması sayesinde bedenine aldığı 9 kurşuna rağmen yaşadı. Artık önümüzdeki Çarşamba Türkiye’de devrim olacağını sanıyorduk hepimiz! 12 Eylül’eyse neredeyse saatler kalmıştı. Bazıları Kenan Evren ve yanındaki paşalardan hiç dinmeyen bir kinle nefret eder. Yanlışları, hataları vardı elbette ama içimin bir yanı sever, sıcaktır onlara karşı. Her gün 30-40 insanın öldürüldüğü yıllardı o yıllar. Hiç olmazsa pek çok hayat kurtuldu 12 Eylül sayesinde. Anarşi ve terör yüzünden yaşamlarını kaybeden onbinlerce okumuş idealist insan sağ olsaydı eğer, bu gün Türkiye çok başka olurdu inanın. Peki, polis bu katliamı neden yaptı? Ne polisi! Sonradan ortaya çıktı ki, bizi pusuya düşürüp acımasızca kurşunlayanlar kendilerine polis süsü vererek aşağıdan, Davutkadı Mahallesi’nden gelen MHP’li faşist katillerdi! Hayat öyle garip ki, kim olduklarını, şimdilerde hangi devlet kurumlarında çalıştıklarını aradan yıllar geçtikten sonra öğreniyorum. İşledikleri suç zaman aşımına girdi. Kendi çocuklarının yüzlerine bakıp, geçmişte ben de sizin gibi ana kuzularının üzerine mermi yağdırmıştım diye düşünerek şu kadarcık vicdan azabı çektiler mi acaba? Bahçelievler gibi, Bursa’nın da bir “Teferrüç Katliamı” var aslında tarihe pek not düşülmeyen, mağdurlarından birinin de  yazarınız olduğu. Bunu niye anlattım bu gün, kendini polis olarak tanıtıp can yakanların vicdansızlıklarını niye anımsadım yine? Hani Hatay Baro Başkanı Ekrem Dönmez dedi ya, “Bu memlekette kendini polis olarak tanıtıp, adam kaçıranlar var” diye? Evet, vardı. Emniyet müdürlüklerinin 5’nci katından aşağı atılıp, intihar süsü verilenleri, buz kalıplarının arasına yatırılıp işkence edilenleri de gördük biz. Ancak, artık gerçekleri fark etmek lazım. Bu günkü polis teşkilatıyla, o yıllardaki arasında dağlar kadar fark var. Eğitim düzeyi çok yükseldi Emniyet mensuplarının. Belki münferit olaylar yaşanabilir ancak her şey vatandaşa karşı son derece saygılı bir şekilde yürüyor. Ben o olayda Hatay Baro Başkanı’nı “yanlış” bulanlardanım. Her makama gelebilirsin ancak, önce “efendi” olmayı bileceksin! Çekilen videonun bir bölümü sosyal medyaya düşen görüntülerde yayınlanmamış. Tamamını Bursa Baro Başkanı Gürkan Altun izlemiş. Polisin kapalı alanlarda uygulama yapabilmesi için mülki idare amirinin onayı gerekirmiş. Ekrem Dönmez o yazılı belgeyi istiyor polislerden. Bir memur da cep telefonunu uzatıp, fotoğrafını Dönmez’e gösteriyor. Ekrem Dönmez ille de eline alıp tamamını okumak isteyince vermiyor polis. Ardından rica ediyorlar, “Lütfen uzatmayın, kimliğinizi verin” diye? Adamların Emniyet mensubu olduğu gün gibi meydanda. Bizi kalleşçe tarayan “enikler” gibi kalp olmadıkları aşikar. “Siz olsanız ne yapardınız” diye sordum Gürkan Altun’a? “Ne avukat, ne de baro başkanı olduğumu söylerdim, kimliğimi verip görevliye yardımcı olurdum” dedi. Demek ki neymiş? Artisliğe hiç gerek yokmuş! Efendi olmak yeterliymiş sorunu çözmek için. Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun 4’ncü maddesindeki “kimlik sorma yetkisi” çok açık. Şöyle deniyor orada: “Polis, görevini yerine getirirken, kendisinin polis olduğunu belirleyen belgeyi gösterdikten sonra, kişilere kimliğini sorabilir. Bu kişilere kimliğini ispatlamaları hususunda gerekli kolaylık gösterilir.        Belgesinin bulunmaması, açıklamada bulunmaktan kaçınması veya gerçeğe aykırı beyanda bulunması dolayısıyla ya da sair surette kimliği belirlenemeyen kişi tutularak durumdan derhal Cumhuriyet savcısı haberdar edilir. Bu kişi, kimliği açık bir şekilde anlaşılıncaya kadar gözaltına alınır ve gerekirse tutuklanır. Gözaltına ve tutuklamaya karar verme yetkisi ve usûlü bakımından 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu hükümleri uygulanır.        Kimliğinin tespiti amacıyla tutulan kişiye, kimliği tespit edildikten sonra ve talepte bulunması halinde, bu amaçla tutulduğuna ve tutulma süresine dair bir belge verilir. Kişinin kimliğinin belirlenmesi durumunda, bu nedenle gözaltına alınma veya tutuklanma haline derhal son verilir.        Nüfusa kayıtlı olmadığı için kimliği tespit edilemeyen kişilerin nüfusa kayıtlarının temini için gerekli işlemler yapıldıktan sonra, 5 inci maddeye göre fotoğraf ve parmak izi tespit edilerek kayda alınır.        Kimliği tespit edilemeyen kişinin yabancı olduğunun anlaşılması halinde, 5682 sayılı Pasaport Kanunu ve 5683 sayılı Yabancıların Türkiye’de İkamet ve Seyahatleri Hakkında Kanun hükümlerine göre işlem yapılır.” Gerisi boş laf! Gereksiz muhabbet! Bir de polisin tüm ricalarına rağmen kanuna dayanarak yaptığı bu işlemi “faşizan muamele” olarak gören, “ülkenin faşizme doğru kaydığını” düşünen bazı eski Halkın Kurtuluşu sempatizanı arkadaşlar var ya saçlarına aklar düşmüş olan? Ne önümüzdeki Çarşambaya sosyalizm gelirmiş bu ülkeye, ne de Cuma günü günü faşizm! Mutlu, umutlu bir geleceği var ülkemin, Twitter’den “cik cik” ötüp durmayın, biraz sakin, rahat olun canım!

Diğer Haberler