“Debbağ” eski dilde deri işleyen kişiye verilen isimdi, bu işin yapıldığı yere de “debbağhane” denirdi.
Günümüze bu kelime “tabakhane” olarak gelmiştir.
Osmanlıda debbağlık önemli zanaat dallarından biriydi.
Mesleğin ahilik ocakları vardı, bu işin piri de Ahi Evran’dı.
Bursa’nın kadim, en eski tabakhaneleri Çakırhamam, Temiz Cadde’deydi.
Ortadan gürül gürül bir dere akar, suya her zaman büyük bir ihtiyaç duyan sağlı sollu sıralanmış tabakhanelerde deriler işlenerek mamul hale getirilirlerdi.
Şimdi o dere asfaltın altından akıyor; umarım günün birinde dağdan gelen sel nedeniyle önüne geleni alıp götürmez!
Deriyi işlemek oldukça zor, emek isteyen ve severek yapılması gereken bir meslekti.
Tabaklama için bir dizi kimyasal ve fiziksel işlem gerekliydi.
Sadece bir işi yanlış ya da eksik yapmak tüm emekleri boşa çıkarabilirdi.
Safranbolu’daki o tarihi köşkler, konaklar nasıl yapıldı sanıyorsunuz?
Bu belde Osmanlı döneminde “deri tekelinin” merkeziydi.
Tüccarlar, Safranbolu’da tabaklanmayan deriyi satın almazlardı.
Bu sayede çok iyi para kazanıp zenginleşen debbağlar inşa ettirdikleri konakların içine çeşme dahi getirtmişlerdi.
Safranbolu’yu değerli kılan neydi biliyor musunuz?
“Köpekleri!..”
Taze köpek dışkısı elde etmek için binlerce köpek beslenirdi orada.
Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra, kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek dışkısı enzimlerine ihtiyaç duyulduğundan, tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze dışkıyla yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirmeye çalışırlardı…
Hayvan derilerinin işlendiği atölyeler köpek dışkısı için yanar tutuşurlardı adeta.
Çünkü sadece taze köpek dışkısı içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani çok kaliteli olurdu.
Yeni kuşakların hiç bilmediği “Tabakhaneye b.k yetiştirmek” deyimi de işte buradan gelirdi zaten.
Safranbolu’da deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına yöresel deyişle, “Tabak mısın; it b.kuna muhtaçsın” denirdi bir vakitler.
Padişah 2’nci Abdülhamit döneminde İstanbul’da yaşayan köpekler en rahat dönemlerini yaşıyorlar.
Çünkü bu büyük adam köpeklerle uğraşmıyor, “kuduzla” uğraşıyor!
Fransa’ya, Pastör Enstitüsü’ne heyet göndererek, 10 bin altın bağışlıyor.
Dünyadaki üçüncü Kuduz Enstitüsü’nün İstanbul’da kurulmasını sağlıyor.
Bu dönemde Mavroyani Paşa’nın araştırması “Sokak Köpekleri” ismiyle kitap haline geliyor.
Paşa o tarihlerde kuduz vakası görülmemesini şöyle açıklıyor:
“Serbest çiftleşme, sokak köpeklerinde doğal aşı yerine geçiyor!”
Yıl 1908, Abdülhamit devriliyor.
Memlekete güya “hürriyet” geliyor!
Şimdi sıkı durun!
“Çok fazla su tüketiyorlar” diye Avustralya’da 20 bin devenin vurularak öldürülmesi kararı alındı ya?
İşte tarihin tam da o noktasında Osmanlı devleti de pek bilinmeyen “yüzkarası” sayılacak bir işe girişiyor.
Bazı kaynaklar “hayvanların Fransa’ya satılmak üzere toplandığını” söylese de bunu destekleyen hiçbir delil yok.
Tarihçi Reşat Ekrem Koçu anlatıyor acı gerçeği.
Abdülhamit’in var etmeye çalıştığı bütün değerleriyle birlikte sokak köpekleri de yeni rejimin hışmına uğruyor.
Talat Paşa’nın Dahiliye Nazırı olarak görev yaptığı 1910’da İstanbul’un tarihindeki en büyük köpek itlaf kampanyası başlatılıyor.
Köpek toplama ekipleri özel dev kerpetenlerle hayvanları neresinden yakalarlarsa orasından tutuyorlar.
Yine özel köpek toplama arabaları aracılığıyla Tophane’ye getiriliyorlar.
Oradan da mavnalarla Sivri Ada’ya...
Ada, bu olayın ardından “Hayırsız Ada” ismini alacak, kısa süre sonra belki de tarihin en büyük “hayvan mezarlığı” haline gelecektir!..
Hayvan severlerin göz yaşlarını tutamayacağı acıklı hikaye işte orada yaşanıyor.
Tam 80 bin köpek bırakıldı Hayırsız Ada’ya.
İçecek bir damla su yoktu orada.
Halk bir süre yiyecek taşıdı ama nafile!
Yeterli gelmesi de mümkün değildi zaten.
Hayvanlar açlık ve susuzluktan can vermeye başladılar.
Zavallıların acı haykırışları Anadolu yakasından bile duyuluyor, insanlar sabahlara kadar uyumuyordu.
Ölümler başlayınca tüm sahil kokudan dolayı yaşanamaz hale gelmişti.
İstanbul halkı bu katliamdan ötürü çok üzgün ve çaresizdi.
Pek çok insan sahildeki evlerini kapatıp, başka bölgelere göçtü.
Toplum içerisinde bu katliamın büyük bir lanete yol açacağı konuşulmaktaydı.
Beklenen “kara gün” çok fazla gecikmedi.
Merkezi Şarköy-Mürefte yakınları olarak belirlenen 7.4 büyüklüğündeki deprem 1912 senesinde bir gün ansızın geliverdi.
Tam 310 köy ve kasabayla, 272 yerleşim alanı son derece ağır hasar görerek, haritadan silinme noktasına geldi.
Toplam 83 bin 633 kişi evsiz kaldı.
24 bin 980 konut yıkıldı.
Depremin ardından oluşan yangın ve heyelanlar can almayı sürdürüyordu.
Daha sonra meydana gelen artçı sarsıntılar sonucu 313 cami ve kilise daha yıkıldı.
2836 kişi ilk anda ölmüştü.
Bursa ve Çanakkale de ağır hasar gören yerler arasındaydı.
Şimdi Romans Çay Bahçesi olarak bilinen Kızılay’ın karşısındaki alanda koza işleyen atölyeler, o atölyelerde çalışan yaşı 18’den küçük başları yemenili, yanakları kırmızı bir dolu kız çocuğu vardı.
Depremle birlikte hemen yukarıdaki kale surlarını oluşturan tonlarca ağırlığındaki dev taşlar yerlerinden fırlayarak aşağıya, koza işlenen yapıların üzerine düştüler.
O yoksul, minik kızların çoğu o kayaların altında kalarak feci bir şekilde can verdi.
Açlık ve susuzluktan ölmeye terkedilen çaresiz köpeklerin bedduaları evrende yankı bulmuş, pek çoklarına göre doğa intikamını korkunç bir şekilde almıştı işte.