Kullandığım eşyalarla aramdaki ilişki aynı dostluklarım gibidir benim.
Bir kere sevdim mi ne kadar eskirlerse eskisinler ya da canımı ne kadar yakarlarsa yaksınlar, kolay kolay ne eşyalarımı atabilirim bir kenara ne de sevdiklerimi.
Hatta dahası, aramdaki ilişki diz dize biz bizedir çoğu zaman.
Örneğin, bir pantalon giydim…
Ve onu çok da sevdim…
Olması gerekenden çok daha uzun bir süre görebilirsiniz üzerimde.
Bir diğerini aramak aklımdan bile geçmez.
Ta ki ütüsü iyice bozulup da biri “ele güne karşı ayıp değil mi” diye uyarana kadar!
O siyah, derisinin burun kısmı punto punto işli yumurta topuklu ayakkabılarımla aramdaki ilişki de işte böyle başlamıştı.
Mağazada ilk giydiğim an sevivermiştim.
Dışarıya daha sert ve keskin bir imaj verirlerken, tanıştığımız ilk anda ayaklarımı yumuşacık kavrayıvermişler ve “bu koskoca bedeni taşırken seni hep rahat ettiririz korkma diye fısıldamışlardı” kulağıma usulca.
Üç yıldır birlikteydik.
Ama son seferinde olduğu gibi bir giydim mi birkaç ay başka hiçbir ayakkabı çıkarmadığım olurdu dolaptan.
Hep onları kullanırdım.
Sabah başlayan birlikteliğimiz akşamlara dek aylarca sürerdi.
Ta ki geçen gün acı gerçekle yüzleşmemiz gerçekleşene kadar.
Tam kapının önünde onları çıkarırken sendeleyince, aniden ayağımdan fırlayıveren sol taraftaki ayakkabım az ileride ters dönerek bana malum durumu gösterivermişti mahcup bir ifadeyle!
Üzeri gazete kağıtlarıyla kapatılmış vaziyette yerde yüzüstü yatan Hrant Dink’in tabanı delinmek üzere olan ayakkabısını düşünün?..
Bendekiler onların tabanıyla karşılaştırıldığında, Hrant’ınkiler resmen gıcır kalırdı!
Güldüm…
“Bunları da o kadar eskitip paralamaya ne gerek vardı. Koyuvereydin bir kenara dursalardı orada öylece” dedim kendi kendime
……………………….
İşte, yaklaşık 2 sene önce kanserden kaybettikten sonra kendi ellerimle toprağa verdiğim babacığım aylardan beri rüyama ilk kez o gece girdi.
Etraf kalabalık.
Tanıdığım herkesler var.
Kendi aralarında tartışıyorlar, konuşuyorlar ama seslerini hiç duyamıyorum.
Tam ortalarında bir yerdeyim sıkışmış vaziyette.
Tabanı delinmiş ayakkabılarım ayağımda mı değil mi bilemiyorum.
Birden kalabalığın arasından babam çıkıp geliyor karşıma en sağlıklı haliyle.
O’nu birden görüverince içime babası henüz sağ olanların hissettikleri o inanılmaz özgüven duygusu tekrar yerleşiveriyor.
Yanımda dağ gibi babam var ya artık hiçbir şey korkutamaz, yıldıramaz beni.
O da pek mutlu.
Çok özlemişiz birbirimizi ama çok.
Sarılıyoruz, kucaklaşıyoruz sevinçle.
İkimizin de yanaklarından sicim gibi yaşlar boşanıyor.
“İyi misin baba” diyorum.
Başını sallıyor yavaşça.
Koskoca evrende sanki bizden başka hiç kimse yok gibi.
Sağ ve sol ellerimin işaret parmaklarıyla yanaklarımdan süzülen yaşları aşağıdan yukarıya doğru çektirip, gözlerimin altından dışa doğru sıyırdıktan sonra sağa sola bakarak etraftakilere ağladığımı göstermek istemiyorum aklımca.
İşte tam o an gerçekleşiyor, insana “keşke hiç uyanmasaydım da sonsuza dek hep orada kalsaydım” dedirten gelişme…
Babam koluma giriyor ve birazcık da çektirerek, “hadi yavrum “diyor, “beraber gidelim de sana yeni bir ayakkabı “ alalım…
Çocukluğumda birlikte yaptığımız gibi, Kayhan’dan yola çıkarak kapalı çarşıya doğru, sağlı sollu dükkanlara baka baka el ele ilerlemeye başlıyoruz insan kalabalıklarını yararak.
…………………………..
Ah babam, canım babam.
Eskiyen ayakkabılarımı yenilemek için beynimin en uzak köşelerinden çıkıp da rüyalarıma giren benim babam.
Uyanınca, yatağımın hemen sol tarafında duran resmini elime alıp, yüzünü okşuyorum, öpüyorum usulca.
Ama ne çare, artık o yok!
Ve bir daha hiç olmayacak.
…………………………..
Ve aynı günün o melun öğle öncesinde Elif’in eşi Alper, Elif’in telefonundan arayıp acı haberi veriyor:
“Babamı kaybettik.”
Belli ki Tankut abinin kızı Elif’in telefonla konuşacak hali yok.
Eşe dosta haber verme görevi damatların en iyisi, en hası Asker Doktor Alper’e düşmüş.
Sadece bir dost, bir arkadaş, değildi Tankut abi benim için.
Aynı zamanda babasızlığımı da giderdiğim bir can yoldaşımdı.
Henüz 3 aylık oğlumuz Deniz’i kaybettiğimiz yıl yanımda Tankut abi olmasaydı eğer, çok zor toparlanırdım; biliyorum.
Dün uzunca bir süredir kızının yanında kanser tedavisi gördüğü Ankara’da, Karşıyaka Mezarlığı’na defnedip geri döndük Tankut Sözeri’yi.
Bir babamı daha, baba gibi sevip babasızlığımı giderdiğim bir can dostumu yitirdim.
Yıllar ilerledikçe insan ne kadar yalnızlaşıyormuş böyle, onca kalabalık arasından cımbızla çeker gibi seçip zaten çok çok az olan sevdiklerini yitirdikçe.
Ne kadar çok can yakıyor, insanın içini acıtıyor bu hayat.
Ne kadar çokmuş böyle.