Yazarlar

Tuz

post-img
Yaz döneminde, sürekli takip ettiğim güncel diziler tatile girince eskilere, çok eskilere dönüp bundan yıllar önce izlediğim “Efsane Prens Jumong” isimli yapıtı tekrar seyretmeye başladım.   Yaklaşık 10 yıl önce, 2006’da yayınlanmaya başlayan Jumong’un senaryosu müthiş derecede keyifli.   Aşk, kin, intikam, hırs, devlet, derin devlet, darbe, ihanet, savaş, barış, idealizm, sabır, macera, ticaret, kehanet, siyaset, aklınıza gelebilecek tüm insani kavram ve duygular var bu dizide.   Bundan yüzlerce yıl öncesinde gelişen Kore’nin kuruluş hikayesi ve Çinlilere karşı verilen büyük mücadele anlatılıyor orada.   Rahmetli Sadri Alışık’ın 70’li yıllarda çevirdiği “Turist Ömer” filmlerinden biri de “Turist Ömer Uzay Yolu” bölümüydü.   O yapımın bir bölümünde Turist Ömer bir gezegene iniyordu.   Tabii çekim ekibi başka bir gezegene gidemeyeceğinden, plato olarak Efes antik kentindeki genelev ve binlerce yıllık umumi tuvaletlerin önü seçilmiş her nedense yapımcı tarafından!   Filmde Turist oraya iner inmez uzaylı bir hanım hemen eline yapışarak bizim Ömer’i yalamaya başlıyor!   “Hayt, huyt” derken, nice sonra anlaşılıyor “tuz ihtiyacı” için bunu yaptığı!   Meğerse o gezegende tuz çok azmış ve Turist Ömer’in bedeninde bulunan tuza saldırmış uzaylı Zekiye!   Senaristin “tuz ve yalama” hakkındaki yaratıcılığına da şapka çıkarmak lazım bu arada!   Tuzun insanlar için ne kadar önemli bir mineral olduğunu ilkin, anneannemin ben henüz küçük bir çocukken anlattığı padişah masallarından birini dinledikten sonra anlamıştım.   Bir padişah en küçük oğlu kendisine “seni tuz kadar seviyorum” diye yanıt verince evladını cellatlara teslim ediyor, çocuğa kıyamayan cellatlar onu serbest bıraktıktan sonra da  masalın en sonunda aslında tuzun ne kadar kıymetli bir maden olduğu ortaya çıkıyordu.   Canım anneannem, güzel anneannem, yumuşak anneannem, torunlarına “oğul” diye hitap eden sıcak anneannem, bizi “az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş” gibi cümlelerle masalların içinde gezdiren biricik anneannem.   Ne kadar şanslıydık ki, masal anlatıp dinleyen bir neslin son temsilcileriydik biz.   Dede Korkut’un, La Fontaine’in, Cervantes’in, Grimm kardeşlerin, Binbir Gece Masalları’nın içinde büyüdük.   Düş gücümüz onlarla birlikte gelişti, uçan halılarla gök yüzüne çıktık; Kaf Dağı’nın ardına, Zümrüt-ü Anka Kuşu’nu bulmaya gittik.   Bazen “yel değirmenlerine” karşı savaş açışım “Don Kişot’tan” etkilenip, esinlendiğim içindir belki de kim bilir?   Rahmetli anneannemin “Tuz Masalı”, Sadri Alışık’ın “Turist Ömer Uzay Yolu” filmi ve son olarak da “Efsane Prens Jumong’ta” çıktı karşıma “tuzun” aslında insanoğlu için ne kadar önemli ve vazgeçilmez bir besin olduğu konusu.   Orada da insanlar tuz için savaşıyor, devletler birbirlerine tuz ambargoları koyuyor, hatta tuz bir ödeme aracı olarak kullanılıyordu.   Altınınsa yüzüne bakan bile yoktu, hem yenmiyordu ki altın madeni!   Kimyasal adı “sodyum klorür” (NaCl) olan sofra tuzunun sodyum ve klorür barındıran yapısı vücudumuzda ekstra selüler sıvı içerisinde bulunur.   Bedenimizdeki fonksiyonuysa çok büyüktür, hatta hayati derecede önemlidir.   Su ve tuz insan vücudundaki en önemli fonksiyonları birlikte düzenlerler.   Gerek hücre sıvısı, gerekse hücre dışındaki sıvı aslında yoğunlukları farklı olan tuzlu sudan ibarettir.   İnsan beyni vücudun tüm hücreleriyle sürekli iletişim halindedir ve bunu da iletkenliği nedeniyle tuzlu sıvıyla sağlar.   Yani tuz olmadan ne düşünebilir, ne konuşabilir, ne işitebilir, ne de görebilirsiniz.   Bu durum sadece insan için geçerli değil elbette, bedenleri merkezi sinir sistemine göre çalışan tüm hayvan ve böcekler için de vaziyet böyle.   İnsanoğlunun yediği tek “kaya” türüdür tuz ve dünyada yaklaşık 14 bin çeşit kullanım alanı vardır.   Dediğim gibi, yeryüzünde pek çok ekonomik, sosyolojik ve siyasi olaylara neden olmuştur.   Avrupa ortaçağında çoğu gezgin olan şövalyelerin sahip oldukları tek gerçek mobilyayı at sırtına yüklenebilen ahşap sandıklar oluştururdu ve bunların en mahrem, en gizli, en kilitli çekmecelerinde tuz torbaları taşınırdı.   Başta Ruslar olmak üzere bu gün tüm Slav halkları evlerine misafir gelen bir yabancıya ekmek ve tuz ikram ederler önce.   Bizim coğrafyamızdaysa tuz başın üzerinde çevrilerek “bereket” çağrıştırılır.   Kuzey denizlerindeki balıkçılar suya tuz atarak “limana tekrar geri dönebilmeyi” dilerler.   İnsanlığın bilinçaltına kazınmış kadim bir besindir tuz, kim bilir belki de evrimin yüz milyonlarca yıllık serüveni sırasında ilkin  denizlerden girmiştir yaşamımıza.   “Allah hiç kimsenin ağzının tadını tuzunu bozmasın” diye dua eder eskiler.   Tabii ayrıca, yiyecekleri bozulmaktan ve çürümekten koruduğunu da unutmamak lazım.   Bir tuz zengini olan ülkemizde bu mineralin üretimi çok eskilere dayanır.   Çankırı, Tepesidelik, Kağızman, Tuzluca gibi yatakların en az 1000 yıldan beri işletildiği biliniyor.   Geçmişte, 1936 tarihinde çıkarılan 3078 Sayılı Tuz Kanunu’yla üretimi devlet tekeline alınmış, daha sonra da “Maden Kanunu” kapsamına sokulmuştur.   Elbette azı karar, çoğu zarar ama vücudumuzda binde 9 oranında bulunması fazlasıyla yeterlidir.   Ve sözü bu güne, devlet içinde paralel bir yapılanma kurarak ülkeyi ele geçirme gayretine giren FETÖ’ye bağlayıp, “tuzlu” bir atasözüyle bitirelim yazımızı:   “Et kokarsa tuz var, peki tuz kokarsa ne var?!.”        

Diğer Haberler