Bizim nesil çizgi romanlarla büyüdü.
Tommiks’in, Suzi’siyle tanıştıktan sonra çilli kızlara daha bir sempatiyle bakar oldum ben.
Turta yapardı Suzi.
“Sen bize niye turta yapmıyorsun” dediğimde, “turta ne” diye sorardı annem?
Meğerse bildiğin meyveli yaş pastaymış.
Yediklerimin, Tombraks’ın Köfteci’sinin sevdiği gibi yuvarlak olmasını arzu eder, Teksas’ın Rodi’si gibi hep budunu severdim tavuğun.
Kırmızı urbalılar yani İngiliz’lere ben de düşmandım.
Kızılmaske sayesinde ormanda on kaplan gücünde hissederdim kendimi.
Tahta kılıcımı Tarkan gibi savurur, Fatih’in Fedaisi Kara Murat gibi atardım taklaları.
Eve sırf Kara Murat çizgi dizisini okuyabilmek için her gün düzenli olarak Günaydın Gazetesi alınırdı.
Büyükler “ders çalışmamızı” engelliyor diye çizgi roman kitapları okumamızı istemezlerdi o yıllarda.
Ders kitaplarından daha küçük oldukları için onların arasına koyar, gene okurduk inatla.
İyi ki de öyle yapmışız.
Şimdiki nesil ne okuyor, ne izliyor, hoş pek okuduklarını da sanmıyorum ama hayal gücümüzü acayip zenginleştirdi o kitaplar?
İlkokul döneminde daha sonra onların yerini Kemalettin Tuğcu ve Muzaffer İzgü’nün çocuk kitapları aldı.
Sokak Çocuğu adeta başucu kitabım gibiydi.
İstanbul’da sur diplerinde çocukları dilendiren kötü adamın pişirdiği pastırmalı yumurtanın kokusu hala burnumun direğini sızlatır.
O kitaplardan da vicdan sahibi olmayı öğrendik biz.
Bana ilk kitap hediyemi annem verdi.
İyi bir hukukçu olabileceğimi de düşünürüm zaman zaman ama lisenin fen ve matematik bölümlerinde okudum, benden iyi bir bilim adamı da olurmuş aslında.
Bursa Erkek Lisesi’nin orta birinci sınıfına gidiyorum o sıralar.
Pek çoklarını unuttum ama Fen Bilgisi Öğretmenimiz Abdulvahap Kaya’nın adını hiç unutmam.
Daha ilk gördüğüm anda vurulmuştum Suhulet Kitap Evi’nin vitrininde öylece durup bana bakan o küçük mikroskopa.
Onu mutlaka satın almalı ve mikro alemde neler var bakıp gözlemlemeliydim.
Yollardaki donmuş buz tabakalarını ayakkabılarımla özellikle üzerlerine basıp çıtır çıtır kırarak yürüdüğüm eski Bursa’nın henüz günü ağarmamış soğuk sabahlarında okula giderken Heykel’deki Kafkas Pastahanesi’nden dumanı üzerinde bir adet kıymalı poğaça alır, afiyetle yerdim.
Pek lezzetli olurdu, doymazdım, ikincisini de çok canım çekerdi ama evden verilen günlük harçlık sadece 1 liraydı alamazdım o zamanlar.
İşte, gün aşırı o nefis poğaçalardan vazgeçerek biriktirmeye başladım mikroskopun parasını.
Kumbaramdan çıkardığım bozuk paraların üzerini de annem tamamlayınca, 150 lira para koymuştum en sonunda kitapçı tezgahının üzerine.
Biliyor musunuz, eskiden kumbaralarımız da vardı bizim.
Tasarruflu olmaya teşvik edilirdi çocuklar, israf, müsriflik değil, tutumluluk öğretilirdi.
Şimdiki gibi kapitalizmin dayattığı tüketim çılgınlığı, her çocuğun elinde de akıllı cep telefonları filan yoktu.
Hoş, babama söyleseydim o mikroskopu bana alırdı mutlaka ama nedense söyleyemedim işte.
Her halde paraya ihtiyaçları olduğunu bildiğimden, ev yaptırıyorduk çünkü bir yandan da.
Abdulvahap öğretmenimiz o gün sınıfta aramızda “mikroskop kullanan biri olup olmadığını” sorduğunda tek el kaldıran ben olmuştum.
Durumu anlattığım vakit yine sordu, “şimdiye dek neleri inceledin” diye?
Ohoo!
Acımadan çekip kopardığım sinek ya da kelebek kanatlarından tutun da her türlü böcek ve organik maddeler lam ve lamelimin arasına sıkışıp, birer birer çoktan geçmişti bile gözümün önünden.
Bir dahaki Fen dersinde laboratuvardan alıp getireceği mikroskoptan soğan zarını izletecekti tüm sınıfa Abdulvahap Kaya, o gün bense kendi cihazım ve bir baş soğanla birlikte çoktan hazırdım operasyona yerimde.
Daha sonra bir gün “annemin okula gelip, kendisiyle görüşmesini” istedi öğretmenim.
Korktum, acaba yanlış bir şey mi yaptım diye?
Oysa tüm fen notlarım pekiyiydi.
O gün son dersin bitimine yakın saatte gelmiş annem, öğretmenle görüşmüş, çıkışta da beklemiş beraber döndük.
Önce Setbaşı’ndaki Recep Abi Büfesi’nden dönerli sandviç aldı bana.
Recep Abi’nin sosislisi de pek güzel olurdu.
Arkasından da hemen karşıdaki Şaban Sirkeci’de üzeri bol cevizli birer keşkül yedik.
Meğerse “teşekkür etmiş” Abdulvahap Kaya, “beni çok başarılı ve ilgili bulduğunu, özen gösterilmem gerektiğini” anlatmış.
Ne kadar da gurur duyup mutlu olmuştum, insan gelip geçen onca yanlış insanın arasında, takdir etmeyi bilen böyle güzel bir hocanın adını hiç unutur mu?
Ardından yine aynı kitap evine gittik.
Üstüne bir de hediye olarak bir kitap aldı annem bana.
Hangi kitaptı o biliyor musunuz?
Aziz Nesin’in “Zübük” isimli romanı!
İlk kitap hediyemi annem verdi benim, ortaokul birinci sınıftayken.
“İt kağnı gölgesinde yürür de yamaçtaki gölgeyi kendi gölgesi sanırmış” diye başlardı kitap.
Hatun zaten maşallah özel, hediye ettiği kitapsa başka bir özel!
Takipçilerim bilirler…
İstanbul’da yaşayan ve beşinci sınıfa giden Baterist Yiğit Ali Yukay isimli yakın bir arkadaşım var benim.
Geçen gün onun Türkçe öğretmeni de çağırmış Ali’nin annesini okula.
O da teşekkür etmiş Ali’nin başarılı durumundan ötürü annesine.
Annesi de demiş ki, “buradan giderken ben ona hediye olarak bir kitap alayım o zaman.”
“Yok” demiş öğretmen, “müsaade ederseniz ona kitabı ben seçip vermek istiyorum?”
Ve Pal Sokağı Çocuklarını hediye etmiş.
Ne kadar özel ve güzel bir kitap.
Macar yazar Ferenç Molnar tarafından yazılan ve ilk baskısı 1900’lü yılların başında yayımlanan bir çocuk kitabıdır Pal Sokağı Çocukları.
Ben de o yaşlarda okumuştum.
Budapeşte'de, oyun oynadıkları arsayı “Kızıl Gömlekliler” denen zengin züppe çocuklarından korumaya çalışan yoksul çocukların verdiği savaşı anlatır. Türkçe'ye de Tarık Demirkan tarafından çevrildi.
Gerçekten çocukların hayal dünyasını geliştirip zenginleştirebilecek bir klasik eser.
Şimdi Ali de hiç unutmayacak o öğretmeninin ismini!
Hep hatırlayacak.
Zaman zaman çıkarıp bir kaç kez okudum Zübük’ü yaşamımın çeşitli dönemlerinde.
Her seferinde ayrı zevk aldım ve etrafımdaki zübükleri daha iyi farkettim sayesinde.
İçlerinden milletvekili adayı da olan Bursalı bir Zübük’ün taraftarları elbette ki kendisinin bilgisi dahilinde önceki gün ne yapmış biliyor musunuz?
CHP Osmangazi İlçe Başkanı Recep Çohan yönetimi devraldıktan sonra partinin Facebook sayfasının şifresini de değiştirmiş.
Değiştirmiş ama bağlı olduğu mail adresinin şifresi karşı tarafta olduğu için yeniden isteyip, sayfayı ele geçirmiş birileri.
Ve o sayfaya da bahsettiğim Zübük’ün resmini ve broşürünü koymuşlar.
Güya oradan propagandasını yapacak cahil çocuk!
Bu nasıl bir ahlak anlayışı, nasıl bir yozlaşmadır Allah aşkına, anlayabilen varsa beri gelsin?!.
Partinin şifresini çalıp bunu kullanan adamdan siyasetçi olur mu?
Olsa olsa foyası çoktan dökülmüş bir zübük çıkar ortaya işte böyle.
NOT: Ben henüz izleme fırsatı bulamadım ama Star Televizyonu’nda bir yarışma başlamış “Big Brother” diye. O yarışmanın katılımcılarından biri de Osmangazi Belediye Meclisi eski üyelerinden Bülent Aydemir’in oğlu, Onur Aydemir. Onur maşallah aslan gibi yakışıklı ve becerikli bir Bursa delikanlısı. İşittiğime göre bu gün yarın finalistleri belli olacak yarışmada iş cep telefonu mesajlarına kalmış. Kentimizin meşhur işadamlarından olan Bülent Aydemir’i tanıyan insanlar bile birer mesaj gönderse, Onur açık ara önde tamamlar yarışı!
“Hadi bakalım” diyorum, “Bursalı bir gence hep beraber sahip çıkıp destek olalım” diyorum ve başka da bir şey demiyorum!
Bir mesajın bedeli sadece 2 buçuk lira, hem kaynasın, hem oynasın!
Şimdi hemen 6400’e “Onur” yazarak gönderiyorsunuz, yarışmayı kazandığı takdirde ben de Onur’u el öpmeye size gönderiyorum!
“Aytaç Hanım (Toker) siz de etek cebi telefonunuzdan bir mesaj gönderin lütfen, hadi bakalım?”