“Hayat bazen tatlıdır, sevenler kanatlıdır…”
Kulakları çınlasın sevgili Can Ertan “Zekimiz” der büyük bir sevecenlikle rahmetli Zeki Müren için.
“Bazen kopar fırtına
Gönüllerde ıstırap
Bazen bir meltem eser
Hakikat olur serap”
Kıyamet gününü beklemeye gerek yok, herkesin kendine ait mutlaka bir “kıyameti” vardır bu dünyada.
Mesela Zekimizin Bursa’ya defnedilmesinde çok büyük rolü olan, mezarına dek yaptıran Osmangazi Belediye eski başkanlarından merhum Basri Sönmez kendi kıyametini çoktan yaşadı ve ayrılıp gitti bu dünyadan.
Görevdeyken çok kavga ettik ancak, sonrasında iyi arkadaş olduk rahmetliyle.
Şimdi adını anıp, konuşan var mı hakkında benden başka Bursa basınında?
Bir insan, kendisini hatırlayan son kişi öldüğünde yok olurmuş gerçekten.
Ölenlere değil, asıl kalanlara acımak lazım.
Mesela evladını kaybeden bir anne ya da baba hiçbir zaman eskisi gibi olamazlar artık.
Hayatları boyunca hep bir hüzün, kimi vakit vicdan azabı ve ilahi adalete karşı haksızlık duygusuyla kıvranır dururlar.
Yazarınız da işte onlardan biridir aslında.
Sabaha karşı saat beşte, siren çalarak ilerleyen soğuk bir ambulansın arkasında yavrularına sarılmış vaziyette ayakta birbirine yaslanmaya çalışan bir anne ve babanın hissettiği acıyı, bu duyguyu yaşayanların haricinde kim anlayabilir ki?
İzmir depremi sonrasında hep enkazın altından kurtarılanları konu ediyor televizyon ve gazeteler.
Alkışlar eşliğinde hastanelere yollanıyor çıkarılanlar.
Peki ya yaşayanlar, binaların altında yakınlarını, evlatlarını kaybedenler ne olacak?
Kim düşünecek onların hallerini?
Kim acıyacak?
Kim teselli edecek?
Nasıl geçecek hayat bundan sonra?
O gayya kuyusu gibi boşluk nasıl dolacak, bir ömür boyu sürecek olan yalnızlık hissi, hüzün, pişmanlık, çaresizlik, adaletsizlik duygusu nasıl dinecek?
Sadece gidenlere değil, geride kalanlara dertlenmeyi de ne zaman öğrenecek bu toplum?
Çocuğum, gerçi hala da çok çocuğum ancak, pek küçüğüm o sıralar.
Babamın 1968 model kara şanzıman BMC Austin, sonradan damperli hale çevirdiği bir kamyonu var; hani “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmindekinin aynısı.
Keles’in, Harmanalan Köyü’ndeki kömür ocağından hafriyat çekiyor.
Madenin üstündeki toprağı alan makineler kasaya yüklüyor, O da gidip ilerideki bir alana boşaltıp duruyor akşama kadar.
Dönme dolap gibi bir durum sizin anlayacağınız.
Ben de yanında oturuyorum, hoşuma gidiyor babamla birlikte olmak.
Bazen de kamyonun direksiyonunu bana tutturuyor ya…
Bayılıyorum işte o zaman da!
Sonra, az ileride iş makinalarının derinleştirip, genişlettiği yerde oluşmuş göletin hemen yanında cabbır cubbur suya atlayıp yüzen köyden çocuklara takılıyor gözüm.
Mevsim yaz, hava sıcak.
“Onların yanına gideceğim” diyorum babama.
“Tamam ama bak sakın suya girme” diyor; henüz yüzme bilmediğimi biliyor çünkü!
Yanlarına vardığımda hemen arkadaş oluyoruz.
Hepsi anadan üryan vaziyette suya dalıp dalıp çıkıyorlar.
Sonra içlerinden 10-11 yaşlarında birisi bana soruyor:
“Sen niye girmiyorsun?..”
-Ben yüzme bilmem ki!
Israr edip aklımı çeliyor çocuk:
“Benim omuzuma tutun, karşıya geçirip, geri döndüreyim seni?..”
Çocuğum, hala da çok çocuğum çünkü!
Üstümdekileri çıkarıp, onunla birlikte giriyorum suya…
Sağ elimle omuzuna tutunup, bırakıveriyorum kendimi.
Kurbağa gibi yüzerek geçiriyor beni karşıya.
Sonra bir hayli soluklanıyor.
Epeyce yoruldu çünkü.
Sonra dönüşe geçiyoruz…
Tam göletin ortasına geliyoruz ki, taşıyamıyor beni; olduğum yerde ittirip bırakıveriyor.
Garip bir duygu.
Nedense hiç çırpınmıyorum!
Sırt üstü vaziyette, adeta ağır çekimle batıyorum aşağıya doğru.
Su beni emiyor sanki.
Hatırladığım, gökyüzüyle aynı renkte, masmavi bir su yüzeyi.
Dibe battıkça renk koyulaşıp, laciverte doğru dönüyor.
Daha da karanlıklaşıyor yukarısı.
Nefes de almıyorum; ağzım burnum kapalı.
Sonra bir ses.
“Cump” diye bir şey geliyor bana doğru.
Kolumdan tutup yukarıya doğru sürüklüyor.
Ve cabbıdı cupbudu kıyıya doğru çekip çıkarıyor.
Aynı çocuk!
Belli ki kendisi sudan çıkmış, biraz dinlendikten sonra duyduğu vicdan azabıyla yeniden atlamış derin suya.
Aradan birkaç saniye daha geçse kesinlikle boğulacağım.
Ve bu güne dek hayatım boyunca dokunduğum insanların hiç birine ilişemeyeceğim.
Varlığım çoktan unutulmuş olacak.
Durumu öğrenen babamdan ilk ve son tokadı o gün yemiştim.
Öfkesinden, sağ elinin tersiyle yüzüme doğru sert bir şekilde vurmuştu kendisini tutamayarak, ardından yine bindiğim, “selvi boylum al yazmalım kamyonunun” içinde.
Sonrasında, kanayan burnumdan akan kırmızı renkli sıvının tadını duyumsamıştım ilk kez.
Keşke her gün vursaydı da hayatta olsaydı canım babam.
Hastanede ölüm döşeğindeydi.
Artık son günlerini geçiriyordu.
Hayatımın en mutlu “Babalar Gününü” birlikte yapayalnız, el ele kutlamıştık.
“Oğlum, hakkını helal et” dedi o günü konuştuktan sonra.
Sarılıp öptüm O’nu.
İnsan doğduğunu hatırlayamaz ama ölümü de mertçe, yiğitçe karşılamayı bilmeli!
Ve ekledi:
“Bu gün yarın ölürüm; beni öte dünyaya hazırlayacaklara mahcup olmak istemem, banyoya götür, bedensel temizliğime yardım et!..”
“Hayat bazen tatlıdır, sevenler kanatlıdır!..”
Ne çok acı çekiyor şu insanoğlu!
Ertesi gün babamı hastaneye ziyarete kim geldi biliyor musunuz?
Beni o gün boğulmaktan kurtaran çocuk!
Büyümüş, kocaman adam olmuş.
Ondan sonraki süreçte babam ona da dokunmuş, iyilikleri olmuş; anlattı.
Evrende her şey, herkes birbirine vesile.
Siz de dokunun, olabildiğince çok insana dokunun, yardımcı olun, iyilik yapın; iyilik yapan iyilik bulur, paylaştıkça çoğalır her şey.
Sonra mı?
Ohoo!
Şu an aklıma gelenler sadece:
Tırmandığım iki katlı bir ev inşaatının ikinci katından tepe üstü düşme…
Anlattım daha önce, başımı, sol omuzumu vızır vızır sıyıran kurşunlar, yanımdaki bir arkadaşın öldüğü, diğerinin 9 mermi yarasıyla yaşadığı 12 Eylül öncesinde MHP’li katillerin kurduğu kahpe tuzak…
Arkamdan demir çubuklarla kalleşçe saldıran iki herifin kafamda bıraktığı 17 dikiş izi…
Tam 747 şeker değeriyle yoğun bakıma yatış…
Daha yeni, önceki hafta şaka gibi, 27 tansiyonla önce acil servis, sonra anjiyo…
Tansiyonumu ilk ölçen doktor soruyormuş ardımdan, “Öldü di mi o arkadaş” diye?!.
Galiba verilmiş sadakam var benim!
Ya da daha verilecek başkaları…
Çok özlüyorum babamı, burnumda tütüyor; “Bir kavuşsak artık” diyorum ama olmuyor bir türlü işte!
Gidene değil, kalana üzülün siz.
Asıl çeken, acıyı bal eyleyenler onlar!
“Hasan Hüseyin’nin şu şiiriyle bitireyim bu günkü yazımı”
bak şu bebelerin güzelliğine
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni
damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz
hor baktık mı karıncaya
kırdık mı kanadını serçenin
vurduk mu karacanın yavrulusunu
ya nasıl kıyarız insana
sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne
gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne
kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni
kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne
ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne
ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz
beni vurmak kurtuluş mu
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni