Denizi ilk kez rahmetli büyük dayım Hasip İnhal’in Burgaz’daki yazlığının balkonundan gördüm.
O yıllarda sahil, “Kırk Daireler” adını taşıyan o kocaman apartmanın hemen dibinden başlardı, liman yoktu, doldurulmamıştı deniz henüz.
Salata için kalın kesilmiş kıvırcık marul yaprakları kıvamında ancak çok daha koyu, yeşil renkli yosunlar kaplıydı her yanı.
Ve bir de deniz anaları…
Menekşe renginde hareler olurdu “bici bici muhallebici” benzeri şeffaf, yuvarlak bedenlerinde; uzun, ip gibi tutamaçları salınırdı tuzlu suyun içinde.
Nasıl da güzel kokardı deniz, deniz kokardı, iyot, yosun kokardı.
Dünyanın hiçbir denizinde bulamadım Burgaz denizinin o yıllardaki kokusunu; hâlâ da arayıp dururum ama bir türlü rastlayamam.
Orhan Veli’nin “Denizden yeni mi çıkmıştı, neydi, saçları, dudakları, deniz koktu sabaha kadar” diye başlayan “Deniz Kızı” şiirindeki koku benim için işte tam da o kokudur.
Otomobil, kamyon, hatta traktör lastiğinden şişirilen siyah şamrellerle girilirdi o yıllarda denize.
Pompompompom…
Kıyıya yanaşan ahşap kayıklardaki satıcılara balkonlardan uzunca bir ipin ucuna bağlı içine para konmuş sepetler sarkıtılır, yeni tutulmuş taptaze balıklar alınırdı öğle yemeği için.
Nasıl da güzel kızarmış istavrit kokardı o koca site.
İçerisi balık kokmasın diye ya balkonlarda ya da kapıların önündeki sahanlıkta küçük bir tüpün üzerinde tavada pişirirlerdi kadınlar.
Kırk Daireler…
Dün yine geçtim önünden…
Uzun yılların, güzel anıların harmanisi üzerinde, yitirdiklerini çok arıyor gibiydi adeta…
O senelerden geriye Fikriye Hanım'dan başka pek kimse kalmamış artık sanki ortalıklarda.
Ait olduğum “yay burcundan” mıdır nedir, özgürlüğüme pek düşkünümdür, aynı yerde sürekli katiyen duramam.
Aynı yerde, aynı şeye devamlı bakamam.
İşte onun için de daimi bir “yazlık” fikri bendenize çok uzaktır.
Ha! Bu arada bir de hem Burgaz’da, hem de Kurşunlu’da “çadır kültürü” vardı 70’li yıllarda.
Yaz başında içinde her türlü donanımı barındıran çadırlar kurulur, sezon boyunca mükemmel komşuluk ilişkileri yaşanırdı o sayfiye yerlerinde.
Nedense kalmadı, yitip gitti artık o kültür de.
Hem annemin, hem de babamın öğretmeniydi anne tarafından akrabamız olan rahmetli İsmail (İrfan) amca.
Biraz, sinema sanatçısı Kenan Pars’a benzetirdim onu; yakışıklı, güzel adamdı İsmail İrfan.
Mesleğinin son yıllarında, Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu’nun hemen arkasında bulunan “Eğitim Araçları” biriminin müdürlüğünü yapmıştı.
Haftanın her cuması bir film oynatılırdı oradaki sinema salonunda.
Ee dört kardeş, her zaman 4 liramız olmazdı; tek sıra halinde önce onun odasına uğrayıp elini öper, sonra da yan taraftan yatay geçişle girip otururduk sahne önündeki yerlerimize.
Rahmetli Nazmiye öğretmendi eşi de.
Coşkun İrfan, Tayfun İrfan ve Yalçın İrfan’ın anneleriydi.
Adına “Kedi Üzümü” deriz biz, sonbaharda kızarır dikenli bitkilerin üzerinde, ahududu ya da frambuaz diye bilinen meyvenin yabani olan türüdür.
Tadı hâlâ damağımdadır.
Hiç unutmuyorum Nazmiye teyzenin, Burgaz Köyü’nün hemen ortasına, şimdiki İDO iskelesinin bulunduğu alana her yıl kurulan çadır kentteki brandalarının önünde hepimize koca bir tabak kedi üzümü ikram ettiği günü.
Nur içinde yatsınlar her ikisi de iyi insanlardı.
Dediğim gibi, sabit bir yerde kalmak yine de bana göre değil.
Gitmeli, gezmeli, görmeliyim…
Bir arkadaş grubuyla ya da ailece çıkılsın, bana uyan en güzel seçenek karavan.
Git İstanbul’a, çek kıyıya, at masayı, 20 milyon dolarlık yalıya sahip pinpon amca kıskansın; üstelik de bedavaya boğaz senin, mehtap senin.
Uzan Ege’ye doğru, hiç kimsenin bilmediği yemyeşil, billur gibi koylara yanaş, at masayı, memleket senin, alem senin.
Ya da vur kendini Karadeniz’e, çek Ginoli koyuna, az ileride oynaşan yunus balıklarının yanına doğru gir suya, dünya senin, cihan senin.
De, sezon yoğun geçiyor, yok ortalıkta karavan filan!
Bizim Gezenti Safa’ya (Gönen) açtım niyetimi, “Bende abi” dedi, eğer o “bende” dediyse iş bitmiştir, ne yapar ne eder mutlaka çözer sorunu.
Nitekim günü birlik çıktığımız Sapanca turu sırasında arayıp haber verdi durumu.
Karavan gelmiş bile.
Bursa’da yine bir ilk, Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’in karavancılar için özel olarak yaptırdığı Misi yolundaki kampinge yerleştirilmiş; abisini bekliyor!
Bir insan adına bu kadar mı yakışır arkadaş, tam bir safa adamı bu Safa, rahmetli babası sanki bilmiş de koymuş doğunca ona bu ismi.
Bir vardık ki…
Işıl ışıl ortalık, karavanın dış lambaları ortalığı gündüz gibi aydınlatıyor, mangaldan yükselen mis kokulu dumanlar insanın iştahını daha da kabartmakta.
Murat’la (Eroğlu), eşi Yeşim de orada.
Meyveleri Ata oğlan, içeride çizgi film izlemekte.
Arzu, Zafer Boralı, onun eşi, tam bir şenlik ortamı…
Orhaneli yolundaki Cevizz Restoran’da akşamları çalan cingenleri de çağırmış Safa.
Bayılıyorum ben o kemancı amcaya, her an ölüp gidecekmiş hissi uyandırıyor insanda!
Cevizz’e her gidişimde rica ediyorum, “lütfen bu akşam ölme emi” diye!
Gülüyor her defasında, kendisiyle barışık biri yani.
Bir akşam bir masada çalarken 35’lik bir şişe rakı tüketmiş bu.
Ardından da tam şarkıyı çaldığı sırada “küt” diye devrilmiş yan tarafa doğru!
Ortağı dabrukatör Selo Can, “Eyva be ya” demiş, “emri hak vaki oldu sanırsam”!..
Bakmışlar ki nabız atıyor çok şükür; kaldıramayacağı kadar içki içtiğine mi yansın cingen Selahattin kemancı amcanın yoksa, o akşam alaturalardan olduğuna mı?!.
“Canlı cenaze” diyorum ona ben, sanki öbür tarafa gitmiş de geri gelmiş gibi, fakat tüm klasik parçaları çok iyi bilip çalıyor köfte!
Vur patlasın, çal oynasın, harika bir gece geçirdik o gün.
2017 model Mercedes Sprinter Euro 5 üzerine Bursa’da inşa ettirmiş karavanı Emre (Kamburoğlu).
İçinde yok yok!
Biri dışarıda, ikisi içeride 3 televizyonu, uydu bağlantısı, canavar gibi işleyen iki kliması, deepfreeze’yle birlikte mükemmel bir biçimde çalışan buzdolabı, 220 volt elektriği, iç dış muhteşem led aydınlatma ekipmanları, ses sistemi, tuvaleti, banyosu, evyesi, gazlı ocağı, toplam altı kişinin rahatça uyuyabileceği yatakları, dışarıda kolayca açılabilen güneşliği, geniş bagajı…
Daha hangi birini sayayım, evinizden daha rahat rafine bir ortam işte…
Oksijen Travel meğerse Görükle merkezli bir Bursa firmasıymış.
Emre Kamburoğlu ve kardeşi Faruk aslında yurt içi ve yurt dışı turlar düzenleyen bir şirket kurmuşlar; bu karavan işine de deneme amaçlı yeni girmişler.
İşlerini çok ciddi ve iyi yapan iki kardeş, tanıştık, pek beğendim onları.
Oksijen’e kendi sitesinin yanı sıra “tıklaturla.com” adresinden de ulaşabilirsiniz, çok hesaplı ve geniş kapsamlı günü birlik ya da daha uzun süreli paket programları var.
Malum, bayram tatili de yaklaştı, belki bulursunuz şöyle gönlünüze göre bir yer.
Biliyorsunuz artık, bizim Safa her zaman yüzde 100 indirimi sever!
O kadar olmasa da hatırı sayılır bir iskonto da almış abisi için Emre’den.
Bastım mı ertesi gün yanıma annemle, “iki numaramızı” da alarak gaza.
Ayvalık’tan aşağı doğru yavaş yavaş gide dura Çeşme Karaburun’un Manal Koyu’na kadar uzandık.
Hemen paylaşayım, Migros’un limonatası Uludağ’ınkinden çok daha başarılı.
Önümüzde öğleye doğru zıpkınla balık avlayan gençleri izlerken frambuaz aromalı buz gibi Niğde ya da Beypazarı gazozlarıyla serinledik.
Su kokuyordu, mis gibi tertemiz deniz kokuyordu her taraf.
Aklım Ege’de kaldı.