Öncesinde hiç bilmezdim, geçen yıl sevgili validem ve bu kez de en küçüğümüz olan Şahin’le birlikte gittiğimiz ve bana göre Türkiye’nin en güzel kaplıcası olan Oylat’ta farkına varmıştım aslında “yükseklik korkum” olduğunu!
Ayva İni’nden bilirim, mağara dediğin derine, aşağı doğru iner; Bursa’nın kıymetli idarecilerinden İnegöl Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın önerisi üzerine gezdiğimiz Oylat Mağarası yukarıya doğru çık çık bitmiyor arkadaş!
Valide sultan panter gibi maşallah, yokardan yokardan çıktıkça çıkıyor mübarek!
Bense aşağıya doğru baktıkça kedi gibi büzülüyor, demir merdivenlerde yerlerde süzülüyorum.
“Nasıl ineceğiz buradan şimdi” diye düşüne düşüne ecel terleri döktüğüm sırada mihmandarımızın ayağı kayıp birkaç basamak aşağıya yuvarlanmasın mı?!.
Karadelik gibi insanı içine doğru çeken nasıl berbat bir duygu anlatamam!
Nasrettin Hoca’nın kaybolan eşeğini bulması misali, ayaklarım yere değdiğinde yaşamıştım gerçek mutluluğu!
Antalya Çıralı ve Hatay’ın ardından vardığımız Kapadokya’da kızım, “Baba, yarın sabah balona binip, güneşin doğuşuna tanık olalım mı” deyince ilkin, “ulan sürekli mahkemelerde sanık olup duruyoruz, bu kez de tanık olayım anasını satayım” diye düşünüp, “tamam yavrum” yanıtını vermiştim bu yılki tatilin ilk bölümünde!
Sonra…
Aldı mı beni bir “yükseklik korkusu”!..
Çare yok, “evet” dedik bir kere, mecburen bineceğiz.
Bu balon meselesi şöyle:
Herkes ekmeğini yiyor bir kere turistlerden, otelcisi, yancısı, servisçisi, baloncusu, vesaire…
Kişi başı 200 liradan 600 liraya kadar ne tutturabilirlerse döşüyorlar insana!
Yabancılaraysa Euro çalışıyor haliyle!
Çoğunlukla toplam 20 kişilik balonlarla çıkılıyor yukarıya.
Sözünü ettiğim rakamın 100 lirası baloncuların, geri kalanıysa hanutçuların.
Giderseniz eğer, ona göre pazarlık edin haberiniz olsun.
Sabahın saat dördünde aldı servis bizi otelden.
Niyetim, “çenk-çink-çonk” diye konuşan bir sürü Japon turistin arasında en baştan sepetin içine oturup, yere inene kadar hiç kalkmamak!
İstasyonda hareket zamanını beklerken kahvaltı da sunuyorlar müşterilere.
Ve yapılan bir anonsla mutlu son geliyor benim için:
“Devlet hava bi şeysi, rüzgar durumunun uçuşa müsait olmadığını bildirdiğinden dolayı bugünkü turumuz iptal edilmiştir…”
Ohh!
Öpüyorum “Devlet hava bi şeysini”!..
Hakikaten arkadaş, dünyanın en başarılı kurumlarından birisi Türkiye’nin meteorolojiyapılanması.
Bırakın yağmuru karı bir yana, her yöre için ayrı ayrı, saat saat tüm hava akımlarını bile ölçüp herkesle paylaşıyorlar.
“Helal olsun” vallahi, daha başka ne diyeyim, onu da söyleyeyim!
Bu arada…
Yuval Noah Harrai’nin, yarının kısa bir tarihini anlattığı “Homo Deus” isimli kitabında ironik bir şekilde anlattığı gibi, insanoğlu adına “Dataizm” denilen yeni bir dine doğru çoktan yönelmiş durumda açıkçası!..
Çok değil, bundan 20-30 yıl kadar önce Japon turistler yanlarından ayırmadıkları ellerindeki fotoğraf makineleriyle sürekli otun b.kun resimlerini çekip durduklarında onları garipser, biraz da alaycı bakışlarla izlerdik durumu!
Şimdiyse hepimiz onlar gibi davranıyoruz!
Gittiğimiz, gezdiğimiz, gördüğümüz yerlerde neler hissettiğimiz, oralarda neleri duyumsadığımız hiç önemli değil artık!
Bizim için özel, özgün bir yere vardığımızda hemen alelacele cep telefonumuzu bulmaya çalışıyor, içine kendimizi de katarak oranın fotoğrafını çekiyoruz.
O anki duygulardan ziyade, o fotoğrafın kaç beğeni aldığı çok daha önemli bireyler için artık.
Şimdilerde bildiğim bunu yapan bir tek “Halide’miz” kaldı ancak, çok eskiden “günlükler”tutulurdu, anı defterleri vardı insanların.
Bunlar artık pek çok kişi için anlamsız geliyor.
İnsanlar “hiç kimsenin okumayacağı bir şey niye yazılır” diye düşünür oldular!
Dataizm’in yeni sloganı şöyle artık:
“Bir şey deneyimliyorsanız kaydedin. Bir şey kaydettiyseniz eğer, yükleyin. Bir şey yüklediyseniz de paylaşın!..”
Hoş, bendeniz hâlâ günlük tutan, mektup yazan, kartpostal gönderen insanların hayranıyım, “günlüklerde yazılanların başkaları değil, kişinin kendisi için olduğunu” düşünenlerdenim ama itiraf etmeliyim, zaman zaman “anı paylaşmak” benim de hoşuma gidiyor açıkçası!
Bizim kız Ürgüp, Göreme taraflarına daha önce hiç gitmemişti.
İşte malum, onun zoruna yeniden “ıhlaya ıhlaya” gezdiğimiz Ihlara Vadisi, bundan 2 bin sene önce oralarda yaşayanların arzın merkezine doğru 15 kat birden yaptıkları yeraltı kentleri, peri bacaları, dağların içine oyulan dev narenciye depoları, kiliseler, mağaralar filan derken yoruldu, abızıttı hatun; “baba artık eve dönelim” demeye başladı!..
Oysa 1 buçuk yıl süren son ayrılığın ardından ne planlar yapmıştım, oradan sonra Kekova’da bir tekne turu ayarlayıp, ardından ilaveten de karavanla Karadeniz gezisi planlamıştım onun için.
Bana kalsa bütün yıl gezerim, döndük çaresiz.
İyi ki de dönmüşüz.
Yola devam etseydik eğer, sevgili Ahmet Aydın’ın eski Bursa surlarının içindeki “Kale İçi Oteli’nde” o muhteşem geceyi yaşayamayacak, manolya kokulu avlunun insanı büyüleyen ambiyansını hissedemeyecektik.
Nicedir yolum düşmemişti, uğrayamamıştım.
Kale İçi Otel’in mutfak personeli kendini aşmış, yürüyüp gitmiş, Allah’ım, neydi o mezelerin lezzeti, tazeliği, çeşidi, yemeklerin nefaseti öyle?
Dört bir tarafta yanan mumların taş duvarlara yansıyan şavkıyla insanı adeta büyüleyen eski Türk evinin o insana güven ve huzur veren avlusunun keyfi neydi?
Hiç durmayın, varsa eşiniz, yoksa sevgiliniz, o da yoksa en çok sevdiğiniz bir arkadaşınızı alıp yanınıza hemen rezervasyon yaptırın yarın için ama özellikle oğlak dolmasının çıktığı güne denk gelirseniz eğer, benim yerime de sevin, benim yerime de yiyin o nefis nimetten!
Kötü emsal örnek olur mu ama o da var!
İki tatil arası Bursa’da bulunduğum sırada bu kente tam 17 dönümlük bir eğitim kurumu ve kampüs kazandıran bir dostum Bademli girişindeki Anadolu Et Lokantası’nda, kendisine iş yapan taşeron firma sahiplerine bir akşam yemeği verdi.
Iyyy, ıy!
Tabaklara konup duran kara sineklerden yemek yiyemedik o akşam!
Ara sıcak olarak birer fındık lahmacun koydular önümüze, kullanılan ete kuzu değil, resmen koyun katılmış, bir hormon kokuyor, bir hormon kokuyor ki, bir daha et yemekten nefret ettirecek insanı!
Lokantalardaki batmayan çatala, kesmeyen bıçağa gıcık olurum; Anadolu Et Restoran’ın sahibi Kırık Mermer Vahit demek ki paraya kıyıp da yıllardan beri yeni bir seri yemek takımı alamamış!
Masaya bir pilav geldi lapa, belli ki birkaç gün öncesinden pişirilmiş.
Vahit onu da attırmaz zaten, ertesi gün yoğurtlu çorba yaptırıp üzerine kuru nane döktürerek satmıştır millete!
Koca akşam bizimkinden başka sadece bir masa vardı mekanda.
Millet çoktan elini ayağını çoktan çekmiş Anadolu Et’ten.
Gecenin sonunda “meyve” diye üzüm getirdiler önümüze, inanın 5 kuruşluk madeni para daha büyüktür tanelerinden, iyi yıkamamışlar, onların da böcek çıktı zaten içinden.
Olacak elbette, orası da kötü emsal işte.
Koymuşum kafaya, daha da gezeceğim ancak, bizimkiler gelmiyor bir türlü, “günü birlik gezdirceksen gezdir, yorulduk artık, evde biraz dinleneceğiz” diye ayak diretmekteler!
Ne demişler?
“Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz!..”
Gerçi numaradan “kimyasal silah barındırıyor” diye girip orada milyonlarca masum, sivil insanı katleden zalim Amerikan emperyalizmi Bağdat’ı harabeye çevirdi ama çok şükür, Allah sağlıklı uzun ömür versin anam maşallah bu yaşına rağmen hâlâ dipçik gibi ayakta!
Üstelik de gün be gün “oğlum benimle daha fazla vakit geçirmiyor” diye hayıflanıp durmakta.
Analar sultan, kardeşlerse candır!
Bu sene bizim “iki numarayı” da aldık mı yanımıza….
Bindik mi son model süper bir karavana…
Nevaleyi düzüp koyduk buzdolabına, açtık mı TRT FM’i de yol boyunca…
Sardı mı inleyen nağmeler ruhumuzu…
Bastık mı gaza Edremit Körfezi’ne, Ayvalık’a, Sarımsaklı Plajı’na, oradan da kıyıdan kıyıdan billur gibi suların kaynadığı koylarda konaklaya konaklaya Çeşme’ye doğru…
Karavanda ikindi vakitleri yapıldı mı kısırlar, döküldü mü mayalanmış hamurdan pişirilen lokmalar…
Pişirildi mi filizlerinden etrafa ebruli kokuların yayıldığı demli, nefis çaylar.
“Rindlerin akşamındayız” Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi:
Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç.
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
O bölümü de yarın anlatayım artık.
Anam benim, canım anam, güzel anam.