Yazarlar

Allah insana sormaz mı?

post-img
Allah’a ibadet edilen mekanla hatırladığım ilk buluşmam 3-4 yaşlarımdayken gerçekleşti.   Babamın babası, rahmetli Ethem dedem ölmüştü.   O sıra Keles’te şimdiki merkez cami yeniden inşa ediliyordu; bu nedenle Beylik Sokak’ta, nikah salonunun alt tarafındaki tek katlı, alaturka kiremitli bir bina kullanılıyordu cami olarak neredeyse yarım yüz yıl kadar önce orada.   Muhtemelen ilk yedi mevlidiydi dedem için okutulan.   Babam şimdiki benden çok çok daha gençti; babasını kaybetmişti.   Duvarın dibine sıra sıra diz üstü oturmuştuk aynı akran çocuklar olarak, sonuçta mükafatımız şeker olacaktı.   Hoca bağırıyordu yanık sesiyle:   “İndiler gökten melekler sâfsâf Kâbe gibi kıldılar evim tavâf   Geldi hûriler bölük bölükbuğûr Yüzleri nûrundan evim doldu nûr…”   Tıklım tıklım dolu ama bir o kadar da ıssız olan o geçici caminin sessizliğinde aniden “pırt” diye bir ses duyuldu!   Bizim çocuklardan biri osurmuştu!   Şimdi yanlış söylemeyeyim, ya Sedat, ya Vedat, ya Necati,  ya da Ramazan…   Başladık hepimiz birden kıkır kıkır gülmeye.   O gülmeler birbirimize omuz vurarak itişmeye dönüşünce rahmetli babam yerinden kalktı; bana doğru gelip, sol koltuk altımdan tuttuktan sonra kapıya doğru sürüklercesine alıp çıkardı beni dışarıya.   Sonra da “hadi doğru eve, yallah” dedi!..   Çok gücüme gitmişti doğrusu.   İki göz dolusu yaşla varmıştım annemin yanına eve.   Osuran ben değildim ki!   Ya Sedat, ya Vedat, ya Necati, ya da Ramazan’dı “pırt” yapan!..   ……….   Sonraları yeni yapılan camide yine babamla Cuma ya da teravih namazlarına gittiğimizi anımsarım bir de.   Yaz tatillerinde Kuran kurslarına da giderdik kızlı erkekli.   “Havva” diye esmerce bir kız çocuğu vardı, bir başka türlü beğenir, severdim onu.   “Elif-ba”mı koyduğum çantayı annem dikmişti ince bir kumaştan; ucundaki kuşağıyla boynuma asardım kursa giderken.   O günler çok ayrı günler, ömrüm kafi gelir, kısmet de olursa, tafsilatıyla yazacağım, bir kitapta anlatmak asıl dileğim, orta okula doğru işi abartmaya başladım, “sünnettir” diye cübbe olarak validemin eski yeşil mantosunu giyip, başıma da sarık bağlayarak kılıyordum artık namazlarımı!   Çoktan Bursa’ya taşınmıştık.   Said Nursi’nin tüm kitapları odamdaki Keles’ten rahmetli Seyid Ali eniştenin yapıp yolladığı çam ağacından kitaplıkta yerlerini koruyorlardı; hemen hepsini neredeyse hatim etmiştim çoktan.   Bir kopuş, bir başkalaşım haliydi yaşanılan.   Sağ olsun, ömrü uzun olsun Mehmet dayım (Ekmekçi) kurtardı beni o durumdan.   Birkaç ay uzaklaştırıp, nasihat etti.   Aldı, yaz tatilinde Jandarma kumandanı olarak görev yaptığı Gönen’e götürdü beni yanında, uzaklaştırdı; yoksa, şu anda FETÖ’nün imamlarından biri olmam kaçınılmaz bir durumdu!   ……………….   Keles’ten Ahmet hocanın da (Yıldız) dokunuşları çok önemlidir kişisel gelişimim açısından; her şeyi olduğu gibi kabul etmek yerine sormayı, sorgulamayı öğrendim kendimce ondan.   Tatillerde annemin babası İsmail dedemin Tahtakale’deki “Bahar Oteli’ndeki çay ocağında”çalışıp harçlığımı çıkarıyordum yaz aylarında.   Otelin müşterilerinin büyük çoğunluğu o sıra Bursa Eğitim Enstitüsü’nde öğretmen olmak için okuyan solcu çocuklardı.   1980 öncesinin o sıkıntılı dönemlerinde dedem CHP ilçe başkanıydı.   Çoğu kez bırakın para almayı, ceplerine harçlıklarına varıncaya değin her şeylerini koyardı.   Her şeyleri dediğim “sigaralarıydı” mesela!   Tüp kuyruğuna girerdik o yıllarda, Sanayağı, sigara öyle kolayca bulunmazdı; ikinci Kıbrıs harekatı yapılmıştı, CHP’ydi iktidar olan, Keles’ten “Tekel Osman” rahmetli dedemi çok severdi, traktör alırken yardımcı mı olmuş ne, İsmail dedeme çuvalların içinde karton karton sigara, koli koli rakı yollardı zuladan!   O da dağıtırdı eşe dosta, sağa sola.   Hiç unutmam, rahmetli Sami  (İlman) dedemin odasından yavaş yavaş bir koli rakıyı araklayıp içmiş, şişelerin içine de bakıldığı zaman anlaşılmasın diye su doldurmuştu!   Çok severdi dedem Sami’yi, durum ortaya çıkıp anlaşılınca da hiç kızmamıştı, başını okşayıp “bir daha sakın yapma keraneci” demişti sadece!   Dev Sol’cuydu Sami, daha sonra bir trafik kazasında kaybetti yaşamını, uzun boylu, heybetli bir yağız oğlandı.   Ahmet Hoca da zaman zaman gelip kalırdı Bahar Oteli’nde, Eğitim Enstitüsü’ndeki derslerini tamamlamaya çalışırdı, “Kurtuluş’tandı” o da.   …………….   Sormayı, sorgulamayı, okumayı öğrendim sayelerinde.   Çok ama çok okudum.   İnsanın kendi iç benliğinde ödemesi gereken ne kadar bedel varsa hepsini dirhem dirhem, gıdım gıdım ödedim.   İnsanların “din” diye araya katıp bize yutturmaya çalıştığı tüm ayrıntıları çıkarıp attım benliğimden.   Geriye saf, kılçıksız bir “tanrı” kaldı bana; sıcak, samimi, sevecen, hoş görülü, candan, babacan ve sığınılası koruyucu bir tanrı.   Arapça kökenli “İlah”tan türeme “Allah” tanımından ziyade Türkçe olan “tengri-tanrı”deyişini daha çok seviyorum.   Evladınızın kılına dahi zarar gelmesini ister misiniz?   Benim tanrım bana asla zarar vermez, iyilikseverdir, İŞİD kafalı değildir, her ne yaparsam yapayım beni asla yakmaz,  bana işkence, eziyet etmez, anlayışlıdır, hoş görülüdür, şah damarımdan daha yakındır, aramıza en başta din adamları olmak üzere hiç ama hiç kimse giremez!   ………………..   “Kudüs Sendromu” diye bir hastalık var, hiç duydunuz mu?   Sırf bu rahatsızlığı tedavi etmek üzere Kudüs’te bir klinik açılmış.   Şehri bir geziyorsunuz, Hazreti Muhammedin diğer peygamberlerle namaz kıldığı Mescit-i Aksa, miraca çıktığı Kubbet-ül Sahra, öte yanda Hazreti İsa’nın doğduğu mağara, çarmıha gerildiği, göğe yükseldiği yer, her adımda onlarca peygamber mezarı, Süleyman Tapınağı, son akşam yemeğinin yenildiği bina, Zeytin Dağı, Acılar Yolu, Tarîk'ul Âlâm…   Eğer bir ziyaretçi bu kadim kentte 15 günden fazla kalır, her adımda o inanılmaz zenginlikteki ilahi yerleri dolaşırsa kendini “peygamber” sanmaya başlıyormuş biliyor musunuz?   “Kudüs Sendromu” işte buymuş, “kendini peygamber sananların” hastalığıymış meğerse!   İşte o yüzden “insanlara”, onların söylediklerine itibar edip inanmıyorum.   Aynen ikinci halife Hazreti Ömer gibi bakıyorum meselelere ben de!   İnsanların Hacca gidip de dokunabilmek için birbirlerini çiğnedikleri, hala cennetten geldiğini sandıkları ve aslında sadece bir “göktaşı” olan “Hacer el Esved” için şunu demiş Ömer:   “Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan bir taşsın. Allah Resulünün seni öptüğünü görmeseydim eğer seni öpmezdim."   Geçen gün sağ olsun, Kabe’nin etrafında dönülmesi ve şeytan taşlanması ritüellerinitartıştığım yazım üzerine Bursa Müftülüğü İl Vaizi Muhammed Döner ulaştı bana telefonla.   Kırk yıl düşünsem aklıma gelmez din görevlilerinin de yazılarımı okuduğu, oysa “Her gün sizi okuyup, dikkatle takip ediyoruz” dedi Muhammed Döner.   Geçenlerde de genç bir Cumhuriyet savcımız demişti aynı şeyi.   Gururum okşandı.   Ne büyük mutluluk bir yazar için her kesim tarafından takip edilmek; üstelik onca uzun yazılara rağmen!   “Biz sizi biliyoruz, anlatmak istediğiniz şeyi de çok iyi anlıyoruz” diye devam etti Muhammed Döner, “bu nedenle de dini bakımdan bir-iki hususu sizin vasıtanızla okurlarınızla da paylaşmak isterim.”   İslama göre şeytan taşlamak vacip, Kabe’nin etrafında dönmek ayetle de sabit şekilde farzmış.   Şeytan tasvirine fırlatılan taşlarsa daha sonra toplanıp adına “Müzdelife Vakfesi” denilen yere serilerek hacı adaylarının ücretsiz olarak oradan almaları sağlanırmış.   Uzun süre önce kaleme aldığım “din adamlarıyla” ilgili eleştirel yazımı da okumuş Muhammed Döner.   “Onlar sizin şahsi görüşleriniz, saygı duyarım ancak, bu konular dini meseleler olduğu için sizinle de paylaşmak istedim” dedi devamında.   Eyvallah!   Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi mezunu Döner.   “Yaygın din eğitiminde hutbelerin rolü” konulu bir de yüksek lisans çalışması var.   Eğitimli din görevlilerinin çoğalması elbette mutluluk verici.   Ancak, binlerce yıl önceki toplumların bazı inanç ve ritüellerini tekrar edip durmak hala son derece mantıksız geliyor bana.   Mesela benim Tanrım öldükten sonra mutlaka şunu sorar:   “Ben sana diğerlerinden müstesna akıl verdim, beyin verdim, şuur verdim, onca yıl kaldın dünyada, niye şu kadarcık çalıştırıp kullanmadın da başkalarının sana öğrettiği şeylere inandın a be evladım?!.”   Peki, ne cevap vereceğim o zaman?

Diğer Haberler